Yaşadığımız Modern çağda, nüfusu iki milyarı aşan Müslümanların; elli yedi farklı ülkede birbirlerinden kopuk, habersiz yaşamalarının birinci nedeni; Ümmetin başında bir halifenin bulunmayışıdır. Halifesi olmayan ümmet, başsız gövde, reissiz ev, çobansız sürü gibidir. Kim nereye yönlendirse, o tarafa gider/giderler! Hakikatten bakıldığında, başsız gövdenin yaşama şansının olmadığı, başında reisi bulunmayan ailenin darmadağın olduğu, çobanı olmayan sürünün kurtların saldırılarından kurtulmadığı görülmekte/bilinmektedir.
Dolayısıyla günümüzde, sayıları bu kadar çok/kalabalık olmasına rağmen; dünyada söz sahibi ve etkinlikleri olmayan islâm âleminin, başına gelen tüm olumsuz olayların temelinde; "Ümmetin başında Raşid-i hilafet müessesesinin" olmamasıdır. Hal böyle olunca da, darmadağın yaşayan Müslümanlarda; dava bilinci akamete uğrar, nitekim uğramıştır zaten.
Bu gün, batının izm ve ideolojilerinin peşinden sürüklenen müslüman nesillerin; musalla taşında yatan bir mevtadan farkı kalmamıştır. Sekülerizm başta olmak üzere, statüko ve beşeri ideolojilere entegre olmuş Müslümanların; dava bilinci, (istisnaları hariç) islâm davası, Ümmet derdi diye bir meseleleri neredeyse kalmamıştır... Müslümanlar; eğitimden öğretime, ticaretten sosyal hayata, ekonomiden iktisata, ahlaktan ukubata, feraizden muamelata varıncaya kadar; büyük bir kuşatmanın girdabında muhasara edilmiş durumdadırlar. Peki, kıyamet şiddetinde olan bu tehlikenin farkında mıyız? Maalesef hayır. Şayet bizde/ümmette topyekün olarak, islami şuur, dava derdi, Ümmet bilinci olmuş olsaydı, yetmiş küsür yıldan beridir elli yedi islâm (!) ülkesinin ortasında, İsrail Filistin/Gazze'de böyle bir vahşeti sergileyebilir miydi? Yok çünkü herifler, meydanı boş bulunca/boşaltınca; yapmak istedikleri her fenalığı işlemekten geri durmuyorlar.
O zaman bize, bana sana, ona hepimize görevlerin düştüğünü bilmemiz lazımdır. Ne yapabiliriz ki bahaneleri üretmek yerine; neler yapalım demenin vaktidir. Dava bilincini mezara gömen fert, toplum ve devletlerin ölüden hiçbir farkları yoktur. Öyleyse işe temelden ve meşru zeminler üzerinde, doğru, derdi davası, davası derdi olan insanlarla birlikte; yeni yeni insanlara ulaşıp dava bilincini anlatmalı ve gerekirse bu iş için gece gündüz, kapı kapı dolaşıp insanları uyarmalı/bilinçlendirmeliyiz!
Öyle ki, bilinçlenen bir insan; davasını her şeyinin önüne koyma kıvamına gelinceye kadar çalışmak zorundayız. Çünkü islâm davası, her birimizin omuzlarında ilâhi bir emanettir... bakınız Üstad, imam Hasan El-Benna, ilk davet yıllarında; davet ve tebliğ faaliyetlerine başlarken, tam üç bin köy gezdiği bilinmektedir.
Düşünün üç köy değil, üç bin köyden bahsediyoruz. Peki, nasıl yaptı bu işi? Derdi olan yapar cevabı budur kısaca. Ruhu şad mekânı cennet olsun Üstadın, onunla ismail isimli talebesi arasında geçen şu hikaye; dava adamının nasıl olması gerektiğini gözlerimizin önüne sergilemektedir.
İhvan-ı müslimin camiasının çekirdek kadrosunun ilk çalışmaları yapılırken, Üstad ev sohbetlerinde kardeşleriyle bir araya geliyordu.
O gece sıra ismail isimli gencin evinde dersin yapılmasına gelmişti. Toplandılar ders yapıldı, tatlı ikramından sonra; ismail misafirlerini uğurlarken kapıda Hasan El-Benna'ya hitaben Üstadım, diğer kardeşlerimize de haber verin yarın kızımın cenazesine gelsinler der. Üstad şaşırır ve ismaile kızın ne zaman vefat etti? İsmail, bu akşam diye cevap verince; Üstad o zaman neden bu ikram falan önce haber vermedin deyince, ismail Üstadım ben kızımın öldüğünü söyledim, davamın öldüğünü söylemedim diye cevap verince herkes susar.
İşte dava adamının nasıl olması gerektiğinin örnek şahsiyeti. Fazla söze gerek yoktur sanırım. Vesselam!