Önce İsrail'e boykot konulu basın açıklaması, kitapçıda raflar arasında gezintiler, sonra Stefan Zweig'in "Mecburiyet" isimli kitabını alıp otobüs durağına doğru yürüme. Hayatım boyunca en sevdiğim yerler: kütüphaneler, kitapevleri, sahaflar ve camiler. En nefret ettiğim yerler: çarşılar, pazarlar, alışveriş merkezleri ve AVM'ler. Kitapçıdan aldım, otobüse bindim, başladım okumaya. Bitine kadar otobüsün devam etmesini, hiç durmamasını istedim. Bitmesini istemediğim nadir bir otobüs yolculuğuydu. Durağa gelince yarılamıştım, ara vermek zorunda kaldım. Geri kalanını evde tamamladım.
Sürükleyici, akıcı, sarsıcı, düşündürücü, etkileyici bir hikaye. "Mecburiyet." İnsan her şeye mecbur, daha doğrusu her şeye maruz. Tereddüdü, iki arada bir derede kalma halini çok iyi anlatıyor. Bu açıdan Peyami Safa'nın Bir Tereddüdün Romanı'nı hatırlatıyor. Özgürlük ve sorumluluk arasında salınan bir hayat. Özgürlük mü, sorumluluk mu? Vatan, millet, sakarya, savaş, dinler, ideolojiler, mitolojiler sorumluluk diyor. İnsan özü ise sadece ve sadece özgürlük diyor. Kuşlar gibi özgürlük. Birinciler insanın içindeki bir makine gibi ikinciyi daima bastırırlar ve sustururlar. Ressam olan Ferdinand çok acı ve yorucu bir tereddütten sonra özgürlük aşığı olan karısını dinledi ve özgürlüğü tercih etti. Çünkü Ferdinand bütün "kuşkucu göçebeler" gibi yerleşik bütün doğmatiklere karşı çıkıyordu ve karşı çıkışında sonuna kadar haklıydı. Ferdinand Stefan Zweig'in kendisiydi.
Bu novella Dünün Dünyası'nın çok kısa bir özeti bence. Karısı Paula'nın şu sözleri duymasını bilenler için çok şey anlatıyor: "Ben hiçbir şeyi bir kağıt parçasına kurban etmeyeceğim. Sonunda öldürmek olan hiçbir yasayı tanımıyorum. Siz erkekler, hepiniz ideolojileriniz yüzünden çürümüşsünüz, sizler politika ve etik diyorsunuz, oysa biz kadınlar neyin ne olduğunu hissediyoruz. Vatanın ne demek olduğunu ben de biliyorum fakat bugün ne anlama geldiğini de biliyorum: cinayet ve esaret! İnsan bir halkın üyesi olabilir, fakat halkı çıldırdığında kendisinin de çıldırması gerekmez. Sen onlar için bir rakamdan, bir sayıdan ibaretsin, bir alet, anlamsızca ve vicdansızca ölüme gönderilen bir askersin yalnızca, oysa benim için kanlı canlı bir insansın, bu nedenle onlara katılmana izin vermeyeceğim..."(s.30)
Ferdinand, "kuşkucu göçebeler" ile "dogmatik yerleşikler" arasındaki farkı ne kadar güzel anlatıyor: "Onlar çok güçlü. Ben ise güçsüzüm. Onlar binlerce yıldır ne istediklerini çok iyi biliyorlar, çok iyi örgütlenmişler, çok kurnazlar, çok iyi hazırlanmışlar, yıldırım gibi tepemize düşüyorlar. Onların belli amaçları var, benimse zayıflamış, harap olmuş sinirlerim. Bu adil bir savaş değil. Bir makineye karşı gelinemez. İnsana karşı koyulabilir. Fakat bu makine bir kasap makinesi, vicdanı ve aklı olmayan ruhsuz bir alet. Ona karşı koyulamaz." (s.13)
Herbert Fingarette. Doksan yedi yaşında öldü. (1921-2018) Kaliforniya Üniversitesi'nde kırk yıl felsefe dersleri verdi. Her alanda kitaplar kaleme aldı. Kitapları dünyanın çeşitli dillerine tercüme edildi. Hayat arkadaşıyla yetmiş yıl birlikte yaşadı. Birlikte dünyanın çeşitli ülkelerine seyahatler yaptı. Doğulu değildi, dolayısıyla herhangi bir ezikliği ve kompleksi yoktu. Maddi ve manevi istediği hemen her şeye ulaşmıştı. Ölüm üzerine de bir kitap yazmıştı. Hayatının sonlarına doğru ölüm üzerine ciddi ciddi tekrar düşünmeye başladı. Her sorunu çözmüştü ama ölüm sorununu bir türlü çözemiyordu. Gençliğinde çözdüğünü düşünmüştü ama yaşlılığında yanıldığını ve kendisini aldattığını düşünüyordu. Yalnızlığı ve mutlak yokluğu duyguları kabul edemiyordu.
Her şeyi vardı ama bir şeyi eksikti. Eksik olan o bir şeyin ne olduğunu bilmiyordu. Eşinin ölümünden sonra yalnızlığı giderek koyulaşmıştı. Boşluk hissi hayatının her tarafını kuşatmıştı. Bütün felsefeleri biliyordu ama bunların hiçbiri bu boşluk hissini doldurmaya yetmiyordu. Hayatının son yıllarını bahçeli olan evinde geçirdi. Ağaçların, rüzgarın, yaprakların bir anlamı olması gerektiğini düşündü. Yıllarca buralarda yaşamıştı ama tabiat hiçbir zaman bu kadar güzel, anlamlı ve çekici gelmemişti kendisine. Bunları yıllardır takdir edemediği için suçluyordu kendini. Bütün bu olan bitenin, doğumun, yaşamın, ölümün, doğanın bir anlamı olmalıydı diyordu. Ama bu anlam neydi, bilmiyordu. Ölene kadar da bulamadı hiçbir anlam. Daha doğrusu bulduğu anlamlar yetersiz gelmişti. Bazen belki de bir anlam aramak anlamsız diyordu kendi kendine. Yaşamın yarısından fazlasının boş ve anlamsız işlerle uğraşmakla geçtiğini biliyordu ama buna rağmen daima yaşamak, bu boş ve anlamsız işlerle uğraşmak istiyordu.