İnsan bir sorudur, aynı zamanda yanıttır. Yaşamış olduğumuz hayatın içerisinden geçerken, anlamsızlıktan, boşluktan, huzursuzluktan, yersizlikten kurtulabilmek için sorularımız olmalı, sonra bu sorulara verdiğimiz cevaplarımız olmalı. Zira insan sorularıyla hayata tutunacaktır. Soruların verdiği cevapların sunduğu limanlara sığınarak sükûnete ulaşacaktır. Ben kimim, nereden geldim, şu anda neredeyim, nereye gidiyorum, hayatımın anlamı ne vs. gibi sorular bu anlamda en temel sorularıdır insanın.
Bir yol üzeredir insan. Ve bugün için insan; hangi yol ise yürüdüğü yol, o yolda yürürken elde ettikleri ile kazandıkları ile sahip olabildikleri tanımlanmakta. Modern insanın en büyük yanılgılardan birisi neyi kaybettiğinin farkında olamayışıdır. Daha doğrusu sahip olduklarının kendisinden neyi götürdüğünün farkına varamayışıdır. Dedik ya insan sorularıyla vardır ve bu sorulara verdiği cevaplarıyla. Bu bağlamda insan neyi kaybettiği sorusuna verdiği cevap kadardır.
Hayat yollarından geçerken her nerede ve her ne konumda ise neyi kaybettiği sorusuna sağlıklı cevap veremeyenlerin hayatın girdabında ezilecekleri, varacakları yerin “hiçbir yer”, elde ettiklerinin “hiçbir şey” olacağını ifade edersek abartmış mı oluruz bilemiyorum. Evet, İnsan neyi kaybettiğine verdiği cevap kadardır. O yüzden insan hatırlayarak başlayacaktır, neyi kaybettiğini hatırlayacaktır ilkin. Neyi kaybettiğini hatırlamadan yeniden yola koyulamayacaktır. Vardığı yeri anlamlandırabilmesi; neyi kaybettiğini hatırlaması ile mümkün olabilecektir. Neyi kaybettiğimizi hatırlamak zorundayız, yoksa bulduğumuzla mutlu olamayacağız.
Kaybettiklerimiz, yitiğimiz, yitirdiklerimiz… Neyini kaybetmiştir insan? Elbette ki, her insanın kaybı kendine göre olacaktır. Herkes kendi kaybettiğini kendisi arayacaktır. Modern hayatın içinde insan her şeyden önce kendini kaybetmiştir. Kendini kaybeden insanın bütün kayıpları bu kayıptan sonra olmuştur. O yüzden hayat, yeniden ve her şeyden önce kendini aramaya, kendini bulmaya kurgulanmalı. Kendini kaybeden insan ruhunu kaybetmiştir, yüreğini kaybetmiştir. “Kalp yetmezliği” çekmesi bundandır. Yönünü, yolunu kaybetmiştir. Yerini kaybetmiştir, mekânını, evini, şehrini kaybetmiştir. Manasını yitirmiştir. Kelimelerini, duygularını kaybetmiştir. Hikmeti yitirmiştir insan. Yersizliği, manasızlığı; hikmetini yitirmiş hayatları yaşıyor olması bundandır. Maddi olanın ardı sıra koşan insan kazanmıştır belki ama değerli olanı kaybetmiştir. Sahip oldukları, elde ettikleri, kazandıkları karşısında çağın insanı, sahip olduklarının neleri hayatından alıp götürdüğünün farkında değildir bugün.
Evet, insan önce kaybettiğinin farkına varacaktır. Farkına varmak, eksiklik duygusu, yoksunluk duygusu… Yetmeyecektir. Kaybettiğinin peşine düşecektir. Kaybettiğini bilen, kaybetmenin acısını çeken insan, kaybettiğini nerede arayacaktır? Bu soruya cevap verebilmek için, sözü İsmet Özel’e bırakarak yazımızı sonlandıralım. “Neyi kaybettiğini hatırla” diyerek ve o meşhur “devesini kaybeden adam ve üç dervişin hikâyesini” anlattıktan sonra şöyle bağlıyordu hikâyeyi; "Bizim geçirdiğimiz deneyler şunu gösterdi ki insan hakikati ararken bir gücü, bir yargılama gücünü kendinde hıfzettiği zannına kapılmamalı. Herkes kendi kaybettiğini kendi arasın. Bu arayışta diğerleri sadece arayanın neyi kaybettiğini hatırlatabilirler. Bunu nimet bilmeli. Senin noksanını tasvir edenler, senden bir şey gasp etmiş olmaz. Neyi kaybettiysen onu sen kendin ara." Elimizden gelen sadece hatırlatma. Zira herkes kendi kaybettiğini, yine kendisinin bulabileceği kaybettiği yerde arayacaktır. Ve elbette yazdıklarımız önce kendimize. Sahi biz neyi kaybettik!