AHMET ARSLAN İLE URFA'DA

Yine tatil, yine evde. Lanet olsun bu tatillere! Devlet memurluğunun yarısından fazlası tatille geçiyor. Ama ağızlarını açsan feryat, şikayet, mırın, kırın... İşyerinde bir iki saat çalış, gerisi laklak. Sonra efendim böyle haksızlık, şöyle haksızlık, batıda memur böyle, batıda memur şöyle. Doğru batıda öyle. Sen batıdaki memur musun, batıdaki memur gibi işini hakkıyla yapıyor musun, batıdaki memur gibi hakkınla mı girdin işe? İşin gücün kaytarmak, köşeyi dönmek. İdarecileri suçlaman onlar gibi olamadığından. Fırsat eline geçerse, o makama gelirsen onlardan bin beter olursun. 

Balık baştan kokmaz her zaman. Sondan da kokar. Bizde daima sondan kokar. Yorulma, çalışma, yat, uzan, gez, toz, aybaşı gelsin para. Belediye böyle yüzlerce kişiyi işten çıkarmış. Adamlar oruç tutuyor, hacca gidiyor, cemaat dersine katılıyor, cüz dinliyor, teravih kılıyor, ama işe ya hiç gitmiyor ya da ara sıra gidiyor. Buna rağmen aybaşı maaşı alıyor. Bu parayı nasıl hak ediyor, nasıl çocuklarına yediriyor, içi nasıl rahat ediyor? Anlamak mümkün değil. Biz sahiden olmayız.

Huzursuz bir pazar. Baş ağrısı, boğaz tıkanıklığı, burun akıntısı. Üşütmüşüm. Hava değişimi. Birkaç gün içinde Stefan Zweig'in biten üç eseri. Tatları damağımda kaldı. Yoğun okumalardan sonra nükseden bir baş ağrısı. Dün Şehr-i Urfa'nın duayen felsefe profesörü Ahmet Arslan ile üç saat sohbet ettik. Sanat, felsefe, düşünce, tarih, edebiyat, din, tanrı, mitoloji, cemaatler, tarikatlar, Urfa, Urfalılık üzerine çok keyifli bir sohbet oldu. "Kutsanmış Şehir Edessa" kitabının yeni baskısı çıktı. Kapak fotoğrafı Sabri Kürkçüoğlu hocaya ait. Segal'in kitabı. Ahmet hoca dilimize tercüme etmiş. Kitaba yazdığı enfes bir önsöz var. Bu önsözü herkesin okuması lazım. Zaten önsöz kitaptan daha çok okundu. Bilhassa bütün Urfalıların okuması gereken şahane bir önsöz. Bazı hususi iltifatları özellikle hoşuma gitti. Geçmişte verdiğim kitapları okudu mu, sormadım. Ama WhatsApptan gönderdiğim yazıları zevkle okuduğunu ve çevresindeki bazı dostlara gönderdiğini söyledi. 

En mümeyyiz vasfı oldukça doğal olması, inandığı şeyleri içinden geldiği gibi söylemesi, mütevazi olması Ahmet Arslan hocanın. Zerre miskal rol yapma, yapmacık hareketlerde bulunma yok. Her şeyi aşmış. Şöhreti, insanları, alkışı hepsini. Rahatlığı, eminliği, doğallığı, sakinliği takdire şayan. Kimi zaman bunlar çıldırtıyor beni. "Tanrı yok" diyor ve bunu olabildiğince rahat söylüyor. Tanrı yoksa insan nasıl bu kadar rahat olabilir? Dostoyevski tanrı meselesi yüzünden cinnetin eşiğine geldi. Beni sevdiğini hatta Dücane'nin muhibbi olduğumu ama hala bazı boş takıntılardan kurtulamadığımı söyledi. Haklı belki de. Ahmet Arslan hocam arananlardan, ben arayanlardanım. Bütün mahfiller birer tekke. Sağ ve sol fark etmiyor. Her dergi ve gazete sadece kendi müritlerinden yazı istiyor. Adam birkaç yıl önce arayarıp benden dergi için yazı isteyebileceğini, kendisini beklemem gerektiğini söyledi, aradan iki yıl geçti çıt yok. İki yıl sonra hatırlatıyorsun suçlu sen oluyorsun. Adamlar neden Ahmet Arslan gibi bir ateist ile görüşüyorsun, onu övüyorsun diye eleştiriyor beni. Çünkü Ahmet Arslan adam gibi adam. 

Urfa'ya o kadar muhafazakar yazar ve çizer geldi hangisi görüşmek için bir talepte bulundu? Çoğunun burnu Kaf Dağın'da, gözü parada, beş kuruş etmeyen insanlar. Maalesef belediyemiz böylelerini yüksek meblağlar mukabilinde davet eder. Gelenler mürit sadece. Papağan gibi aynı şeyleri tekrarlar. Fikir üretimi yok, sorgulama yok, düşünme yok. Sadece ezberler var, kupkuru bir duygusallık var, fanatiklik var, mutlak bir dogmatizm var. Bir ara Yusuf Kaplan gelmişti. Gitmedim. Adam uçuyor. Ayakları yere basmıyor. İnsan olduğunu unutmuş. (Zaten muhafazakar yazarların en büyük eksiği insan olduğunu unutmaları değil mi?) Böylesi adamlarla oturup neyi konuşacaksın? Adam bütün her şeyi halletmiş. Dünyayı, ahireti, tarihî, siyaseti, felsefeyi bütün her şeyi. Yaptığı tek şey telkin etmek, tebliğ etmek, beyinleri uyuşturmak, retorik yapmak... Kaldı ki Yusuf Kaplan muhafazakarların en entelektüeli. Diğerlerini siz düşünün.