“Anlamın, anlamını kavrayamadan
Hayat yaşanılmaz, anlamı anlamadan.”
"İnsan Ne İle Yaşar?” Tolstoy, insanlık tarihinin en kadim sorusunu soruyordu. Sorunun kendisi esasen bir cevap değil mi? Evet insan “ne” ile yaşar. Bakın soru cümlesi kurmadık. Hayatı anlamlandırabilmek için bir yargı cümlesine ulaşmaya çalışıyoruz. Yaşamış olduğumuz hayatın içinde; her anın, ne olduğunu, bizi ne-re-den, ne-yere, ne-re-ye, ne-asıl ulaştıracak olanın “Ne” olduğunu fark ederek yani anlamlandırarak yaşayabilirsek, anlam katabilirsek eğer hayatı yaşanılır kılabileceğiz. “Çünkü yoktan da vardan da önce Ne vardı.” O yüzden kadim kültürümüzün arayışı hep anlama yönelik olacaktı. Onun için “aramak” her dem baş tacı edilecekti. Aramakla bulunmasa da aramanın kendisine büyük anlam yüklenecekti. Çünkü aramak ile insan her anını ancak anlamlandırabilecekti ve bu anlam ile dünyayı yaşanılmaz bir yer olmaktan kurtarabilecekti…
Varlığını an/lamlandıramayan, ‘yok’/luğa mahkûm olacaktır…Yaşayabildiklerimizi yaşanılır kılabilmek adına anlamlandırılmaları gerekiyor. Hakikate ulaşmanın yolu, anlamlandırabilmekten geçecektir. Anlam arayışı; yaralarımızın, dertlerimizin acılarımızın, meselelerimizin farkında olmaktır. Hayatta dertlerimiz var ve dert edindiklerimiz; mutlu olduklarımız var ve gerçekten bizi mutlu kılacaklar bu ikisi arasındaki fark kadardır hayatımızın anlamı.
Her bir insan teki olarak düştüğümüz bu yerde, daha fazla düşmemek için burada, bu dünyada, en küçük zaman birimi olan an’dan başlayarak, anlamlandıracağımız bir hayatı sonsuzlukla buluşturarak anlamsızlığın çekilmezliğinden kurtulabileceğiz. Düşümüz ve düşmelerimiz ve dahi düşüncemiz; bizi dünyadaki endişemizden, düştüğümüz yerden, kaygı ve korkularımızdan kurtaracak fikri bir arayışa dönüşmeli.
Evet, önce an, sonra anlam ve anı anlamlandırarak, anlamla, sonsuzluğa ulaşma. İnsan için hayatını anlamlandırabilme kaygısı hep var olmuştur. İnsan yaşamı anlamlandırabildiği kadar insandır. Neysek oyuzdur yani sevinçlerimiz kadar, hüzünlerimiz kadar, dertlerimiz ve neşelerimiz kadar. Ötesi yok yani. Gülmelerimiz kadarızdır, ağlayışlarımız kadar. Güldüklerimiz, ağladıklarımız, sevinçlerimizdir hayatımızın anlamı. Hayat boyu yaptığımız “anlamlandırma” çabasıdır, anlam arayışıdır. Anlam arayışının dışında elde kalan bir hiçtir. Bir yolculuktur bu, insan; hayatını anlamlandırabilmek için yolculuklar yapar, arayışlara girer.
Zaman; geçmişi ve geleceği bizimle yani şimdiyle birbirimize bağlar. Yaşayabileceklerimizi yaşanılabilir kılabilmek, yaşamış olduklarımızdan edindiğimiz tecrübeler doğrultusunda yaşıyor olduklarımızın yani şimdimizin, içinden geçtiğimiz bu anın anlamlandırılması ile mümkün olabilecektir… Hayatın her anında, “ol/an”ı, an/lamlandırmak için yolda olmak, bizi insan kılacaktır… Bu insanlaşma yolculuğu; an’ı anlayarak, an’da buluşarak, O’nda buluşarak, Öte ile Sonsuzluk ile irtibat kurarak, O’nsuzluktan kurtulmakla mümkün olabilecektir.
Nedir, “an”a c/an katarak can sıkıntısından kurtulabileceğiz. Yaşadığımız her anın farkına vararak, var olmak. “Anda yapıp etmelerimizle sürekli var olmayı seçiyorsak, hiçlikten kaçıyor ve varoluşa geliyoruz demektir. Yaşamayı seçmek, varoluşu olasılıklar ve olanaklar arasından çekip çıkarmak, şimdi ve burada inşa etmek demektir; varoluşu yok olmaktan alıkoymak demektir. Varoluş, hep bir yerlerde durmaktadır. Kendisine elimizi uzattığımızda bizim olur. Bu nedenle geleceğe doğru taşırız kendimizi... Şu halde ölümcül hastalık, bedenin değil, benin ve ruhun bir hastalığıdır. Bu hastalıkla kişi sonsuzluğa olan inancını kaybeder. Böylece benliğindeki sonsuzluk öğesi etkinliğini yitirir, sonlu içinde sınırlanır. Benliğinde sonsuzluk öğesini barındırmayan, sonlu ve sonsuzun sentezini başarılı bir şekilde kurarak "an'da varoluşa gelmeyen kişi umutsuz, bedensel olarak olmasa bile ruh ve benlik olarak "hasta" bir kişidir... İnsanın absürtten kurtuluşu, adım adım anlamın aydınlık dünyasına doğru yaklaşması, kendi içinde, kendi gönlünde gerçekleşir..." (Vefa Taşdelen; Kaygıdan Umuda Varoluşun Renkleri)
Varoluş kendi içinde aynı zamanda var olamayışı da içerdiğinden; varlığı an/lamlandırarak insan olarak sonsuzluğa dair tutkumuza tutunabilmemiz, bu dünyada bizi tutunamayanlardan olmaktan kurtaracaktır. Ya da daha doğru bir ifade ile tutunamayışımızın endişesi bizi tutunabilmeye şevk edecektir. Ne diyoruz; varlık, var olmak, var oluş ve de mevcudiyetimiz kendi içinde bir anlamla vecdi yaşatmak durumunda bize. Çünkü insan var oluşun dolayısıyla anlamın aksi durumu olan anlamsızlıkta; her dem yokluğun, var ol/a/mayışın, varlıksızlığın, yok oluşun, var ölüşün tehdidi altında hep bir kaygı ve korkuyu yaşayacaktır. An’da var oluş ile anlamlandırılmış bir hayat bizi sonluluktan, sonsuzluğa ulaştıracak ve dünyanın zindanlarından kurtaracaktır.