Hayatta en çok istediğim şey bireysel özgürlük, ihtiyaçsızlık, az bağımlılık, inziva, tefekkür, ibadet, yazmak, okumak, boş zaman. Benim en dolu zamanlarım en boş zamanlarım. Kalabalıklar, topluluklar, çarşılar, düğünler, mitingler, alışveriş merkezleri, resmiyet, resmi merasimler, makam, mevki ruhumu en fazla ezen şeyler. Kendimi bu gibi yerlerde ve hallerde çok sefil, önemsiz, zavallı hissederim. Metin Uca vefat etmiş bugün. Doğdu, büyüdü, konuştu, düşündü, tartıştı, çalıştı, yazdı, sundu, kazandı, sevindi, sevildi, tanındı, yaşlandı ve öldü. Hayat o kadar kısa ve manasız ki! İşin sonunda ölüm olduktan sonra öncekilerin hiçbir kıymeti kalmıyor. Ne yaparsan yap kaçmayacağın bir son var: ölüm. Dönüp dolaşıp Kur'an'ın o çelik gibi sert, bıçak kadar keskin, buz gibi soğuk cümlesine ve bu cümlenin ifade ettiği gerçeğe çarpıyoruz: "Her nefis ölümü tadacaktır." "Ölüm hayattan daha gerçek hatta tek gerçek, nihai gerçek. Çünkü son sözü o söylüyor. Nihai zafer onun. Ne gök kubbe baki, ne de Baki'nin onda kalacağını iddia ettiği hoş sedası..."
En zenginden tut en fakire kadar herkes içinde bir gerçeği ört pas etmeye çalışıyor: bir gün mutlaka öleceği gerçeğini. Bu gerçek hayattaki en mutlu zamanları zehirliyor. Ölümden sonrasına inanan da ölümden korkuyor, ölümden sonrasına inanmayan da. Biri bu hayata ebediyyen veda edeceğinden korkuyor, diğeri ebediyyen yok olacağından. Ölüme Şeb-i Arus diyen de mutlak yokluk diyen de yaşamak istiyor, hayatı istiyor, ölmek istemiyor, korkuyor ölümden. Ölüm gerçeği üzerine en az düşünenler ölüm sonrası hayata inananlardır. İnanmak, üzerine düşününce ortaya çıkacak olan trajediden kurtarıyor onları çünkü. "Ölüm tek bir defaya mahsus olarak gerçekleşen bir şey değil. Her şey insan için parça parça, yavaş yavaş ölüyor. Herakleitos'un dediği gibi her şey akıyor ve aynı nehre asla iki kez giremiyoruz. Geçmişteki günlerimiz, olaylarımız, yaşantılarımız hepsi sanki var olmamışcasına öldüler. Bundan on beş dakika önceki her şeyimiz, konuştuklarımız, odaya bıraktığımız izler, onlar da daha öncekiler gibi yokluğa karıştılar."
Evde. Öylesine. Git ve gel. Öğle cami. Diğerleri yalnız. Bir davet. Yine muzır bir mani. Dostlara karşı mahcubiyet. Halini, içini, mazeretini anlatamamak. Kitap hayır. Saatlerce boş oturma. Tembellik marazı. Mazi, eski defterler, hatıralar, yaşantılar. Sosyal medya bağımlılığı. Bir şeye bağımlı olmanın verdiği eziklik. Hatır için istemediği, sevmediği, rahatsız olduğu yerlere gitmek zorunda kalmak. Sığıntı gibi, hapiste gibi, boğulacak gibi, ölecek gibi. Dostları kırmamak için kendini kırmak. Bir hafta içinde dolan ve yarım saat içinde boşalan bir maneviyat ve hissiyat. Tekrar, tekerrür. Basit ve fasit bir daire. Başa dönüş. Sisifos işkencesi. Dünya sürgünü. Seyyal alemler, seyyal bir tabiat. Döngüsellik. Etkilenmek. Sokaktan, kitaptan, doğadan, tarihten, sanattan, bilimden, felsefeden, dinden, tanrıdan, insandan, hayvandan, bilgiden, paradan, kadından etkilenmek. Aksi mümkün değil. Kendisi için yaşamamak. Başkaları için, başka şeyler için yaşamak.
Bir hayal için yaşamak, bütün gerçek yaşamını bir hayalin peşine takmak. Geçim sıkıntısını yenmek için köpek gibi çalışmak, can sıkıntısını yenmek için deli gibi okumak ve yazmak. Büyük yazarların şöhreti altında ezilmek. Kompleks, kıskançlık. Hepsine saygı duymak ve hepsinden nefret etmek. Kendisiyle başı belada olmak. Yılların külü. Geçen zaman, gelecek zaman. Maruz kalış. Her günün, ayın, senenin, devrenin altında eziliş, büzülüş. Görecelilikler. Hiçbir davayı, hiçbir fikri, hiçbir duyguyu sonuna kadar götürememek, savunamamak, omuzlayamamak. Hepsinden, herkesten, her şeyden illa kuşkulanma payı bırakmak. Arada, arkada, arafta öylesine beklemek. Mezara konuluncaya kadar beklemek. Eminsizlik, kesinsizlik, tereddüt. İbadeti rutine bağlamak. Günlük işini yapar gibi onları da yapmak. Yaptığı rutin ibadetler üzerine bir dakika bile düşünememek, sorgulamamak, surat asma hakkını kullanamamak. Kimseye muhalefet etmemek ve dolayısıyla kimseden muhalefet görmemek. Bir ot gibi, bir sinek gibi, bir kedi gibi. Neler yazıyorum böyle ben?