“Ömür sermayemiz nasıl da eriyor. Zaman dediğimiz ve bir türlü tanımlayamadığımız olgu adeta bir muamma. Zaman dediğimiz olgunun göreceliliği ile ilgili ne söylenebilir mesela? Herkes için zaman aynı akar mı? Hayalleri olanlar için, hapiste yatan biri için, büyümeyi bekleyen bir çocuk için, günahlarının affını bekleyen bir ihtiyar için, sabahı bekleyen bir hasta için, gurbetteki çocuğunu bekleyen bir anne için, aile reisinin eve dönmesini bekleyen bir aile için, bir gün toplumsal anlamda ahlakın ve adaletin önceleneceğini bekleyen bir toplum için, emellerini/planlarını tamamlamayı bekleyenler için, hiçbir hayali olmayanlar için, hiç kimseden bir beklentisi ve umudu kalmayanlar için…( "Sermayesi Eriyen Adam")
*
Pandemi döneminde, pandemi ile ilgili bir kabullenme vardı. Bu, zorunlu kabullenme bir umudu da içeriyordu. O dönem etkileyici bir söz dolaşıyordu. Hatırladığım kadar şöyle idi:
“Pandemilerle ilgili bilmemiz gereken şudur; pandemiler, biter.” Bu mealde bir sözdü. Tüm yıkıcılığı ve zorluklarına rağmen, geçecek. Yani şu deyiş gibi: “Ne de olsa kışın sonu bahardır.”
Doğrudur; kışın sonu bahardır ama her kışın sonu bahar mı? İnsan kendi güzelliğini bozdukça; kışların sonu bahar olmaktan çıkıyor. Bunu, sadece iklim açısından söylemiyorum ve ne yazık ki artık sonu bahar olan kışlar yok, yok edilmekte…
Diğer doğru da şu:
Geçer. Kışın sonunun tekrar bahar olup olmaması için kolektif bilince dayalı bir sürü görevimiz ve işimiz var…
Daha çok ikinci husus üzerinde durmak isterim: ‘Geçer’
Geçen, mahiyetinin ne olduğunu bilmediğimiz, kısıtlı bir imkanı barındıran zaman. Tek değeri; kısıtlı bir imkanı barındırması ve aynı zamanda birçok çileyi de. Ama hayır. Bu, bir değer mi ki? Bitecek olması, tüm değerini yok etmiyor mu, elde kalan ne ki? Madem göreceli; bin yıl ve bir günün ne farkı var?
Zamanı, biten bir olgu olarak düşündüğümüzde; hiçbir şeyin üstesinden gelemeyiz ve hiçbir şeyi doğru anlamlandıramayız. Zaman, biten bir şey değil…
*
İrade Terbiyesi adlı esrinde Jules Payot, şöyle der:
“Zamanın çabucak geçtiği duygusu ne acı bir duygudur. Saatlerin, günlerin, yılların aktığını hissederiz. Bu hareketin bizi yavaş yavaş ölüme götürdüğünü düşünürüz. Vaktini boş işlerle harcayanlar yaş kemâle erip de geriye baktıklarında arkalarında herhangi bir eser bırakmadıklarını görünce garip olurlar. Yıllar verimsizce geçmiş gibidir. Hayatın boşa gittiği düşünceye yerleşir, geçmiş nafile bir rüya gibi görünür.
Ayrıca yavaş yavaş hayattan bir beklentiniz kalmadığında, hayat koşulları gücünüzün limitlerini zorlamaya, günlük hayat monotonlaşmaya başlayınca gelecek daha da hızlanmaya başlar ve geçmişin bir rüya olduğunu içten içe düşünür insan. Daha da acısı bugün de anlamını yitirmeye başlar. İnsan doğasındaki tem belliğin önüne geçemeyenler, kendilerini sosyal hayatın, gidişatın akışına bırakanlar çaresizlik duygusuna batar. İstemeye istemeye hızlı trene konulmuş, gönderilmeye mecbur tutsak gibidirler.
İtibar da elden gider ama karşı koyamaz. En azından mevcudu korumaya çalışır, gelecekle kendini avutmaya çalışır. Ancak geçmişle yüzleşmediği sürece bunu da başaramayacaktır. Hayattan gelip geçerken herhangi bir iz bırakmayanların, varlığın bir anlamı olmadığı gerçeğini göremedikleri sürece işleri zordur. Bu duygunun tembeller, dünyevi insanlar, zamanını boşa geçirip herhangi elle tutulur bir eser bırakmayanlar için kaçınılmaz bir durum olduğu bellidir.”
Zamanın hızlı veya yavaş hissedişlerle geçmesinden çok, sonlu olması, sadece bu dünyası olanlar, dünyevileşmişler ve uzun emellere sahip olanlar için elbette korkunçtur. İster hayatınızın tümünü istediğiniz ve verimli olduğunu düşündünüz şekilde geçirdiğinizi düşünün; ister daha yapamadıklarınızın olduğunu veya umduğunuzu bulamadığınız. Fark etmez. Zaman, zamanı gelince biter. Biter mi ki? Sonra, eren nedir, zaman mı?
Dönüp geriye baktığımızda; bir eser bırakıp bırakmadığımızı anlamanın ölçüsü nedir? Aslında insan, aynı zamanda bir sonuç değil midir? O, donanımlarını dürüstçe/iyiden yana harcamış ve fedakarlıklar da yapmışsa; Allah’ ın rızasını her şeyin üstünde tutmuşsa; gücü oranında zulme/kötü olana karşı koymuşsa; merhametli ve vicdanlı olmaya özen göstermişse; günah işlediğinde pişman olup tövbe etmişse… bundan daha büyük eser nedir?
Şöyle de düşünebiliriz: Maddi/teknolojik filan çabalar, insanların hayatını kolaylaştırıcı bilimler kulvarında yapılan çalışmalar genel anlamda iyidir ancak bu iyiler, doğayı/doğallığı yani tabiatı/fıtratı korumanın kötü olduğunu göstermez. Bilimsel ve teknolojik gelişmelerde geride kalmış toplumları ve onların değerlerini değersiz kılmaz…
Tam tersine tabiatın/tabii olanın korunması ile ilgili bilimsel çalışmalar daha değerlidir. Bunca bilimsel ve teknolojik gelişme, insanın huzur ve mutluluğuna hangi katkıyı yapmıştır acaba? Bu gelişmeler doğru yönde kullanılıyor mu? Hayır. Maddi gelişmelerin insanlık için kullanılması, gelişmelerin kendisinden daha değerlidir. Bunu, Hiroşima ve Nagazaki şehirlerinin nükleer silahlarla yok edildiği gün anlamalı değil miydik?
Zamanla ilgili felsefi, bilimsel hatta biyolojik birçok çalışma yapılmış. Bu çalışmalara epey zaman harcanmış. Neticede sağlıklı bir neticeye ulaşılamamıştır. Oysa bu konuda başvurmamız gereken esas referans vahiydir. Zamanın sahibi, zamanın hakimi ve sahibi ile ilgili gerçeği çarpıcı bir şekilde ortaya koyar vahiy:
O gün Allah sizi çağıracak ve siz, (dünyada) çok az kaldığınız zannı içinde O'na hamd ederek çağrısına uyacaksınız ...” (İsra Suresi, 52) Yani çok da kıymetlendirmemek gerekir dünyayı. Eskilerin deyimiyle; 'hoş bir seda bırakmak' yeterlidir. Cahit Zarifoğlu’ nun güzel ifadesiyle:
“Burası dünya
Ne çok kıymetlendirdik,
Oysa bir tarla idi
Ekip biçip gidecektik.”
*
Rabbim, kışların sonunu insanlığa çok görenlere karşı mukavemet bilincimizi kuvvetlendirsin. Her iyiyi ve tabii olanı tahrip ve tahrif eden küresel egemen iradeye karşı koyanlardan kılsın.