1982 yılıydı. Diyarbakır’a gitmek için Birecik köprüsü başında otobüs bekliyordum. Vakit, Güneşin doğuşuna yakındı. O zamanlar otogar olmadığından yolcular köprübaşında otobüs bekler, ilk gelen arabaya binerlerdi. O gün de hayli yolcu birikmişti. Kimisi Şanlıurfa, kimisi de Gaziantep istikametine gidecekti. Herkes sessiz sakin, varacakları yerdeki hayallere dalmış gibi, gelecek otobüsü bekliyordu. O sırada yırtık pırtık kıyafetinden, değişik hareketlerinden ve çıkardığı garip seslerden deli olduğu anlaşılan orta yaşlarda bir adam peyda oldu, sessizlik bozuldu, bekleşen yolculardan bir kısmı onunla eğleşmeye başladılar.
Deli, orada bulunanların, araba bekleyen yolcular olduğunu biliyordu. Deliydi ama yardımseverlik, bir iş görebilme gibi duyguları vardı. Onlara yardımcı olmak için, gelip geçen arabaları durdurmaya koyuldu. Onun düşüncesine göre, yolda yürüyen her vasıta durdurulabilirdi. Bu nedenle, kamyon, traktör, taksi hatta at arabası bile yaklaştıkça el kol hareketleriyle durdurmaya çalışıyordu. Araç sürücüleri onu tanıyor olmalılar ki hiç biri durmuyordu. Yolculara dönüp el işaretiyle “Ne yapayım, elimden geleni yapıyorum ama durmuyorlar, kabahat benim değil” dercesine el işareti yapıyor ve bundan üzüntü duyuyordu.
Ben o sırada o delinin tavırlarından “Bu delinin aklı olmadığı gibi kimsesi de yok. Bu nasıl besleniyor, giyiniyor, yiyeceğini nasıl temin ediyor?” şeklinde bir düşünce aklıma takıldı.
Bekleyen yolculardan biri “otobüs gelene kadar kahvaltı yapayım” düşüncesiyle bir ekmek, iki domates ve birkaç biberle salatalık almış, getirip yol kenarındaki büyük bir taşın üzerine koydu. Ekmeği tam eline almıştı ki onun bineceği otobüs geldi. Olduğu gibi bırakıp otobüse koştu ve apar topar bindi. Otobüs hareket edip oradan uzaklaştı. Adamın kahvaltısı o taşın üzerinde kaldı.
Deli bir süre sonra o taşın yanına geldi. Taze ekmek, domates, biber ve salatalıktan oluşan kahvaltı kendisini bekliyordu. Büyük bir iştahla yemeğe koyuldu.
Delinin rızkı ile ilgili az önceki düşüncelerimi Cenab-ı Hak cevaplamış oldu. Subhanallah dedim ve bu olayı bana göstererek düşüncemi tatmin eden Allah’a şükrettim. Evet, hiç kimsenin tahmin edemediği bir yerden, müthiş bir planlama ile o delinin rızkı gönderiliyordu. Kendini Kur’an’ında “Rezzak” olarak tanıtan Allah, her canlının rızkını üzerine almış ve kusursuz bir şekilde dağıtımını bizzat kendisi yapmaktadır.
“Yeryüzündeki her canlının rızkı ancak Allah’a aittir.” (Hud,6) ayetinde canlı diye tercüme ettiğimiz kavramın orijinali “dabbe” dir. Bunun lügat anlamı “hareket eden” demektir. Türkçede dabbe kelimesiyle ilişkili olarak “debelenen” kavramı kullanılmaktadır. Yani debelenme kelimesi, dabbe kökünden türetilip Türkçeye geçmiştir. Buna göre ayetin anlamı şöyle olur: “Yeryüzünde, hareket eden, debelenen her şeyin rızkı Allah’a aittir.”
Ayette “canlı” tabirini kullanmak yerine “debelenen” anlamındaki “dabbe” tabirini tercih etmesinde şöyle bir incelik bulunmaktadır: Rızkı elde etmek için debelenmek, hareket etmek gerekir. Bu hareket ise, rızkın elde edilmesindeki sebeplere başvurmak demektir. Örneğin bir çiftçi için çift sürmek, tohum atmak, zararlı otlardan ayıklamak için çapalamak, sulamak gibi hareketler rızkın gelmesini sağlayan sebeplerdir. Hareket etmeyenin o rızkı elde etmesinde hakkı yoktur, dünyada cari olan sünnetullaha göre de mümkün değildir. Bu nedenle sırtüstü yatan, rızkını elde etmeye bir hareket göstermeyen, rızık kazanamaz. Yine de aklını başına alıncaya kadar bir süreliğine hayatını sürdürecek miktarda gıda, Rezzak tarafından vücudunda depolanmaktadır.
Derken benim de bineceğim otobüs geldi. Diyarbakır’a doğru yol alırken deli sayesinde bana rızık dersi veren Allaha hamd ettim.