Ruhu can çekişiyor insanın... Ve can çekişen ruhunun karşısında hiçbir şey yapmadan öylesine duruyor, insan ve insanlık. “Ruh yorgunluğu”: Evet, evet; insanın ve insanlığın ve de dünyanın yaşadığı bu! Ruh yorgunluğu yaşıyor dünya. Ne ki insanın; ruhu yorulmuş dünya için, kendisi için ve bir başka insan teki için en ufak bir çabası yok. Ruhu yorulmuş dünyada insan, her geçen gün daha fazla huzursuz, daha fazla çaresiz, daha fazla yalnız… Kimse, artık; kimsenin, kimsesi değil... Zira ruhunu duymuyor insan…
Ve bugün insan; yaralı, yorgun ve yalnız ruhunu kendi elleriyle darağacında ölüme mahkûm etmiş, kendinin celladı olarak “çaresizlik” içinde ruhunun ölümünü izlemektedir. Dünya insana yetmemektedir. Öylesine “çaresizdir” ki insan, ölümünü izlerken bile kendisini yeniden dirilişe ulaştıracak, kendine ulaştıracak, yeniden var kılarak ayağa kaldırabilecek yaklaşımdan uzaktır bugün.
Ruhundan uzaklaşan, ruhunu duymayan, ruhuna uymayan, ruhuna sağır kesilen insan için dünya küçülüyor, dünyası küçülüyor insanın. “Ruh”suz bir dünyanın insana yetmeyeceğini, yetemeyeceğini anlayamıyor insan. “Dünyanızı genişletiniz... Dünyalar içinde dünyalar, dünyalar dışında dünyalar, dünyalar ötesinde dünyalar vardır… Bu dünyaların anahtarları ise ruhumuzda gizli…” Böyle diyordu “Diriliş” üstadı, “Ruhun Dirilişi” için yol gösteriyordu ve devam ediyordu; “Ruhun dünyası sonsuzca geniştir. Yeter ki, insan o dünyalara varmasını bilsin...”
Bile’miyor insan! Ruhunu bile’miyor, kendisini dünyanın zindanından kurtaracak, dünyasını çoğaltacak, kendisini çoğaltacak, yaşamı anlamlı kılacak, dem be dem, an be an, an’lam ol’acak, bileceği, anlayacağı, yaşayacağı, olacağı; hâsılı hayat bulacağı sağaltıcı iklime giremiyor insan. Bilemiyor insan, anlamıyor, yaşamıyor, olamıyor... Bilemediğimiz, anlamadığımız, yaşamadığımız, olamadığımız için varamıyoruz ruhun dünyasına; var olamıyoruz, var olamadığımız yaşamın içinde varız ve fakat var ölüler olarak, yaşayan ölüler olarak kıvranıyoruz.
Yok sayarak, yoksun kaldığı kalbine dönmelidir insan. Ruhuna, yüreğine, kendine, kendi içine dönmelidir. Yitirdiği ruhunun peşine düşmelidir. Baş döndürücü hızla nereye koştuğunun, nereye varacağının muhasebesini yapmalıdır insan. Kazandıkları ile kaybettiklerinin, elde ettikleri ile yitirdiklerinin, var’dıkları ile yok ettiklerinin, sahip oldukları ile olamadıklarının üzerine kafa yormalıdır…
Ruh diyorum, azizim, ruh! İnsan, ruhunu unuttu...
Ruhuyla ol'malıydı oysa, ruhunu fark etmeliydi, ruhunu doyurmalıydı insan...
Ruhuyla bakmalı, ruhuyla duymalıydı…
İnsan, ruhuyla düş'ünmeli, ruhuyla yaşamalı, ruhuyla hemhal olmalı, ruhunu diriltmeli insan…
Yaşadığımız günler, içinden geçtiğimiz hayat, ekonomik, toplumsal ve siyasal süreçler… Bunları görmüyor muyuz? Görüyoruz, yok saymıyoruz elbette. Tam da bunlardan dolayı “ruhunu duymalı insan” diyoruz. Yaşadıklarımızdan dolayı, ruhumuz daralıyor, sıkılıyoruz, bunalıyoruz, eziliyoruz. Ne yana baksak, hangi tarafa yönelsek karamsar tablolarla karşılaşıyoruz. Ürküyoruz, içinden geçtiğimiz günler umutlarımızı vuruyor, huzursuz kılıyor bizi, yarına dair, güzele dair, iyiye dair beklentilerimize kast ediyor. “Çöl büyüyor” diyordu, Nietzsche ve devam ediyordu; “Vay haline çöllere gebe olanın!” Çöllere gebe olmamak için, çıkmaz sokaklara mahkûm olmamak için ruhumuzun farkına varacağımız, onu duyabileceğimiz “kaçış rampaları”na, ihtiyacımız var. Yoksa dışımızın karanlığında kaybolacağız. Dışımızdaki karanlıklardan, içimizi, ruhumuzu, gönlümüzü korumak durumundayız. Kendimizi, insanı ve insanlığı ve de dünyayı; düşmekten kurtarabilmek için ruhumuza dönmeliyiz. Ruhumuza düşmeli, ruhumuzla düşünmeli; ruhumuza uymalıyız. Ruhunu duymalı insan…