DOĞRU İMAN ETMEK
Muhterem Kardeşlerim…
Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:
Bu dünyada en çok düşmanı olan, Allahü Teâlâdır. Riyad-ün-Nasıhin kitabında diyor ki, Allahü Teâlâ’nın yarattığı kulların içinde 1000 kişiden 999’u Allah’a iman etmiyor. Biri ancak Allah’a iman ediyor; çünkü diğerleri Allahü Teâlâ’nın istediği gibi inanmıyor. Onların inandıkları ilah, Allahü Teâlâ değildir. Allahü Teâlâ’nın bildirdiği gibi, yani “Bana böyle iman edin” buyurduğu şekilde inanmak imandır. Dünyadaki her çeşit milletten, her çeşit insan bir şeye inanıyor, kâfirler de Allah diyor; ama onlar kafalarındaki, kendi hayallerindeki şeye Allah diyorlar. Allahü Teâlâ’yı Allah olarak bilmiyorlar. Bilmenin alameti, O’na, O’nun bildirdiği gibi iman etmektir. Bundan sonra da, O’na itaat etmektir, O’na ibadet etmektir.
Efendim;
Doğru iman ve ibadet olmadıkça, Allah’ı seviyorum demesi yanlıştır. Bazıları dualarının bile kabul olduğunu söylüyorlar. Bir büyük zata, “Efendim böyle söyleyenler var, kâfir olduğu halde, putperest olduğu halde, Müslümanlıkla alakası olmadığı halde, ben dua ettim, bütün dualarım kabul oldu diyenler var. Hakikaten duaları kabul oluyor mu?” diye soruyorlar.
O zat buyuruyor ki:
Dualarının kabul olduğu doğrudur. Duanın kabul olması için, Ehl-i Sünnet itikadında bulunması haramlardan kaçması, farzları yapması ve üzerinde kul hakkı olmaması gerekir. Hatta gömleğinin bir ipi haramdan olsa, o gömlekle kılınan namaz kabul olmaz. Nerede kaldı ki, itikadı bozuk, namaz yok, niyaz yok, duası kabul olsun! Onlarda, bu şartların hiç biri yok; ama duaları kabul oluyor. Bu, şeker hastasının baklava yemesine benzer. Şeker hastası baklavayı yer, o baklava içeride zehre dönüşür. Onun ölümüne sebep olur. Bunların dualarının kabul olması, onun daha çok felakete gitmesine, kötüleşmesine, daha çok Allah’tan uzaklaşmasına sebep olur. Halini, itikadını, yolunu doğru zanneder. Bunlar, duanın kabulü için gerekli olan şartları yerine getirmediği ve bozuk yolda olduğu halde, duaları kabul olduğu için, hak yola girmek hatırlarına bile gelmez. Onların dualarının kabul olması, istidractır, yani bünyesinde zehre dönüşen baklava gibi etki yapar. Bu iyiye değil, kötüye alamettir. Eğer itikadı düzgün olmadığı halde, haramlarla uğraştığı halde duaları kabul oluyorsa, bu onun için felakettir. Dualarının kabul olması onun felaketini artırır. Allah korusun, imanı zayıf olan kimseler de, bunların duaları kabul olduğu için, onları hak yolda zannedebilir. Çok tehlikelidir.
Edeb haddini bilmektir
Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:
Bir kimsenin, büyük bir zata talebe olabilmesi için iki özelliği olması gerekir:
1- Edeb ve saygı: İster yanında olsun, ister uzakta olsun, ister hocası vefat etmiş olsun, hocasını üzecek, gücendirecek her hareketten, her işten ve her sözden şiddetle kaçınmalıdır. Onun bildirdiklerini ve onu sevindirecek her şeyi ihlâsla yapmalıdır.
2- Tevazu: Bir talebe, dünyalık olarak, ne kadar şöhret ve servet sahibi olursa olsun, aslını kaybetmeden tevazu içinde olmalıdır.
Demek ki talebelik, Allahü Teâlâ’ya karşı, Peygamber Efendimize karşı, hocasına karşı, komşusuna karşı, ailesine karşı, kardeşine karşı, arkadaşına karşı yani herkese karşı edebli olmaktır. Şah-ı Nakşibend hazretleri, “Bizim yolumuzun başı edeb, ortası edeb, sonu yine edebdir. Hiç bir edebsiz, Allah dostu olamaz” buyuruyor. Peki, edeb nedir? Edeb haddini bilmektir.
Şah-ı Nakşibend hazretleri Cenab-ı Hakka tam 15 gün yalvardı. Talebeleri merak içinde beklediler. Sonra buyurdu ki:
— Duam kabul oldu, elhamdülillah.
— Allahü Teâlâ’ya ne dua ettiniz, ne kabul oldu, diye sordular.
— Bizi sevenlerin, yolumuza muhabbet besleyenlerin hepsinin mutlak affolmasını istedim ve bu yola mensup olanların eninde sonunda bu devlete konması için Cenab-ı Hakka yalvardım ve elhamdülillah duam kabul oldu.
— Peki, efendim bu yol nasıl bir yol ki, mutlak kavuşturucudur? Bu yolun esası nedir?
— Esası sohbettir. Biz, kendimize verilen görevi yapalım yeter, gerisine hiç karışmak gerekmez. Bir de birbirinizi kırmayalım, üzmeyelim. Birbirimizi sevmeliyiz.
Servetle şöhret, birer tuzaktır, nefse pek hoş gelir. İnsanlar ele geçirdikleri dünyalıklar sebebiyle, bu servet ve şöhret düşkünlüğü yüzünden, belirli bir seviyeye gelmeye çalışırlar. Gelince de, ondan sonra artık geriye inemezler.
Eskiden büyükler talebelerine şöyle derlerdi:
Bir dünya ehliyle karşılaşırsanız, yolunuzu değiştirin. Aynı köydeyse başka yere hicret edin. Aynı mahalledeyse başka mahalleye gidin, kalbiniz meyleder.
Bu yol, çok hassas ve ince bir yoldur. Bu yolda en çok dikkat edilecek şey, yüksek mevki sahipleriyle ve dünyaya düşkün olan zenginlerle fazla dostluk kurmamalı; çünkü önce kalbi meyleder, sonra aklını kaybeder.
Allahu Teâlâ cümlemizi Kendisine layık Kul, Habibine layık Ümmet eylesin. (Amin)