GECEYE TUTUNMAK
Gece diyorum azizim! Geceye yürümeli insan, geceyle olmalı, geceyle susmalı, geceyle konuşmalı insan. Geceye sığınmalı, geceye tutunmalı insan… Geceye sığınır ya insan, karanlıklara… Karanlıklar gizler diye mi geceye sığınır insan? Geceye gömülür bazen, bazen gömer geceyi içine, gecenin karanlığında aydınlanır. Gece ışık olur insana, yol bulur gecenin ışığından. Gecenin karanlığında göz pınarlarından dökülen birkaç damla yaşın tonlarca ağırlığıdır, insanı bütün ağırlıklarından kurtaran. Yüklerinden kurtulur insan, kuş gibi hafifler. Yalnızlık ferahlatır yüreği, umut olur, huzur olur, sadra şifa olur…
Gecenin bir vaktinde oturdum kitaplığın karşısına. Haydar Ergülen çıkacaktı karşıma; “Gece Yalnız Geçilmez” diyecekti. Ve devam edecekti “Ve yalnız geçilen gece şiire çıkar…” diyecekti. Şairin sözüne uyacak şairleri karşıma alarak, bana geceyi anlatın, diyecektim… Geceydi an, zaman geceydi evet ama bir de gecenin kendine özgü bir hali vardı. İnsan hissedebilirse; zaman başka bir zamana, mekân başka bir mekâna insan başka bir insana dönüşebilirdi geceleyin. Mesele geceye yenilmemekti. Geceye yenilmemek için, gecenin karanlığından çıkabilmek için, sabahın aydınlığına kavuşabilmek için: geceyle “ol”abilmekti mesele. Evet; Sezai Karakoç her zamanki gibi gece için de, gece içinde “diriliş” diyecekti; “Geceye yenilmeyen her kişiye, ödül olarak bir sabah, bir gündüz ve bir güneş vardır.”
Sonra, gecenin yalnızlığında, Özdemir Asaf’a bakacaktım; gece yürüyüşüne çıkaracaktı beni, derin şiirlerin şairi;
“Uykunun içinde bir rüya,
Rüyamda bir gece,
Gecede ben…
Bir yere gidiyorum,
Delice…”
Sonra Fazıl Hüsnü Dağlarca çıkacaktı karşıma, “Bu Gece” diyecekti. Büyük anlam yüklediği geceye seslenecekti; “Bu gece ölmemeliyim” diyecekti…
“Bu gece, bu gece,
Uykusuzum, kederliyim, deliyim.
Yüzümde uzak sevgilerin serin aydınlığı,
Durmayalım şehir şehir, yıldız yıldız karanlıkta,
Bu gece ölmemeliyim.”
Evet, geceye en çok efkâr yakışacaktı. Gece mi daha efkârlı yapar insanı, insan mı geceleyin daha bir efkârlı olur? Belki de sorunun cevabı her ikisidir. İnsan ve gece; efkârlanmak için muhteşem ikili; sizce de öyle değil mi? Bir rüzgâr eser gece ve insan kendisini gecenin efkârına bırakır. Necati Cumalı, burada söze girecektir; gecenin efkârının şifası olarak “Gece Rüzgârı” ile bir yürüyüşü önerecektir.
“Efkârın arttı mı geceleri
Geçir paltonu sırtına
Atkını iyice sar
Bırak adımlarına kendini…”
Dedik ya geceye en çok efkâr yakışır; ya efkâra, efkâra da en çok yakışan susmak değil midir? İnsan susarak kederine şifa arayacaktır. Sabahattin Ali, onun için bir gece vakti; “Gel susalım beraberce” diyecektir.
“Hey gönül gene bu gece
Kederin geceden yüce;
Gel susalım beraberce:
Böyleymiş kara yazımız…”
Gece ve yalnızlık ve sükût şiirle buluşacaktır, şiirle gecenin karanlığı aydınlığa dönüşecektir. O yüzden Şükrü Erbaş çıkacaktır karşımıza ve içimize, şiire çağıracaktır bizi.
“Gece, yalnızlığımıza çekilen gök - perdeyse
Şiir içerdeki aydınlığımızdır.”
Başka yol yok; gecenin zifiri karanlığını yırtarak aydınlığa bir yol bulamazsak boğulacağız. Onun için geceye, karanlığa, yıldızlara başka bir gözle bakmak durumundayız. Gecenin güzelliğini hissedebilmek, geceyle olabilmek… Tam burada Orhan Veli Kanık çıkacaktır karşımıza ve gecenin şifa olan “deliliğinden” bahsedecektir…
“Deli eder insanı bu dünya;
Bu gece, bu yıldızlar, bu koku,
Bu tepeden tırnağa çiçek açmış ağaç.”
Nereye götürüyor, nereye varıyoruz geceyle; geceyi şifa kılmaktan bahsediyoruz. Değilse gece sıkıntıya dönüşecektir. Bizim geceye dair güzellerimize karşı çıkan “Otuz Beş Yaş” şairi o yüzden gecenin huzursuzluğundan ölüme sığınacaktır…
“Her gece mi bu uykusuzluk! Hele saatin tıkırtısı! Ya karasinek düşünceler! Çıldıracağım bu gidişle; Yatak değil sanki cehennem. Deliksiz bir uykuysa vaadin, Günün dolmuş veya dolmamış, Gençliğime filan bakmadan, Derhal gelebilirsin ölüm; Kapı açıktır, lamba sönük.”
İyisi mi gecenin sıkıntısından kurtulabilmek için, güzelliğine dikkat kesilmek gerekecektir. Nazım Hikmet’in yaptığı gibi; ayın, yıldızların güzelliğine, karanlığın mistik yönüne bırakmak gerekiyor kendini…
“Bu gece ay,
Gökte açık kalan,
Bir pencere gibi...”
“Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir
Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat”
Divan şairi haklıdır; en uzun geceyi gökyüzüyle, yıldızlarla uğraşan bilemeyecektir. Geceyi anlamak için; aşk ile yaşayan, aşk derdiyle yaşayan şairlere kulak vermek gerekecektir. Görüyorsunuz ya gece iki uzun hece. O yüzden söz bitmeyecektir. Ve şairlerin gece ile alıp veremediği hep olacaktır. İyisi mi, biz geceyi daha fazla uzatmamak, bizi karanlıklardan aydınlığa ulaştıracak “Duha”ya kavuşabilmek için “İnşirah”a sığınalım. Ve Turgut Uyar’a uyarak geceyi tutkuyla bağlı olduğu sabahın aydınlığına kavuşturmak için geceye tutunalım ve gece tutsun bizi aydınlığa bıraksın…
“Elbet kendisi korkar gecenin karanlıktan
Ama aşk gecenin hüzün gecenin gökle yer gecenin
Gece, büyük utku, sonsuz bilinen karanlıklara
Aydınlıklara büyük bir tutkusu var gecenin…”