İSLAMİ VAROLUŞ VE ENGELLER – 3
Modern ve Seküler Bir Varoluş, İslami Varoluş Değildir
İslami varoluş, seküler ve modern kültür ve değerlerden bağımsız bir kimliğe tekabül eder ve bu değerleri değil; vahyi ve vahye onaylatılmış değerleri esas alır. Vahyi, referans kabul eder.
Aynı şekilde İslami varoluş, modern ve seküler sistemlerin sahneyi kurduğu ve kuralları koyduğu arenada gerçekleştirilemez.
Bu bağlamda varoluş dinamikleri, dayanakları farklıdır. Bu, onun tarih ve felsefesinde, tarihe yaklaşımında da belirgin olarak farklıdır. Bu fark çok derindir. Öyle ki; tarihin merkezine de vahyi koyar ve tarihe bu yönüyle yaklaşır, tarihi bu yönüyle değerlendirir.
“İnsanlık tarihi değişik varoluşların sahne aldığı bir tarihtir.
Bu varoluşları nitelik olarak dinler ve düşünceler, nicelik olarak da kültürler ve medeniyetler meydana getirmiştir.
İnsanın yapması gereken öncelikle bütün bir insanlığın tarihini dikkate almaktır.
İnsanlık tarihi içinde insanın kendi tarihinin nitelik ve niceliğinin bireysel ve toplumsal varoluş bağlamında kritik edilmesi, gerçek anlamda bir tarih felsefesi yapmak anlamına gelecektir.
Tarih felsefesini Müslümanlar açısından kritik etmek demek, en önemli sorunsalla yüzleşmek demektir.
Bu sorunsalın aslında büyük bir yoksunluktan kaynaklanan yüzyılları kapsayan çok boyutlu bir sorunsal olduğunu söyleyebiliriz.
Bu, Hazreti Peygamber’in vefatıyla emareleri belirmeye başlayan ve gittikçe dallanıp budaklanarak tüyleri ürperten olaylarla devam eden bir sorunsaldır." Cevdet Işık
İslami Varoluşta, ‘Sahih Adalet’ Düşüncesi, Vahiyle Gerçekleştirilir.
İslami varoluş, cemaat/aile/ümmet bağlamında da ve bir duvarı ören unsurların tek tek tuğlalarının oluşturulması misali şahısların dönüşmesi bağlamında da aynı yol, yöntem ve aynı referanslarla gerçekleşir.
İnsan, vahiy, hakikat, adalet, doğru bilgi/vahiy bağlamında varoluş ve yaklaşım açısından dikkate değer bazı aşamalardan bahseden Cevdet Işık’ ın şu ifadeleri kayda değerdir:
“İnsan vahiyle birlikte doğru bilgiyle buluşmuş olur.
Böylece doğru bir hayatın da temelini atma imkânı elde etmiş olur.
Doğru bilgi hak ve hakikate açılan kapının anahtarıdır. Varlık hakkında, varoluş hakkında hak ve hakikatle buluşmadan sahih bir adalet düşüncesi de inşa edilemez. İnsanda ve toplumda adaletin inşası: Hak ve hakikat; doğru bilgi, doğru hayat.
Hakikatlerin en hakikatini Allah inancı oluşturmaktadır.
Bu inanç sadece ‘Allah’a inanıyorum’ demekten ibaret değildir.
Allah inancı kesin ve keskin bir inançtır.
İnsan nasıl ki kendisinden şüphe etmiyorsa, aynen bu şekilde Allah inancı da şüphesiz olmalıdır. Bu ilk aşamadır. İkinci aşama, mademki Allah vardır, öyleyse O’nunla bir ilişki de olmalıdır. İnsanın Allah ile ilişkisi vahiy aracılığıyla en doğru şekilde mümkün olabilir.
Bu konuda her kim hangi din ve inanca sahip ise o din ve inancın gereğini yerine getirmelidir. Aksi takdirde net bir şekilde yalancı olmaktan kurtulamayacaktır.
Allah ile ilişkinin ilk basamağı iç disiplini, ikinci basamağı ise dış disiplini oluşturur.
İlk basamağın gereği duygu ve düşüncede Allah’a hiçbir varlığı ortak koşmama,
ikinci basamakta ise emir ve yasaklarıyla hayatı tanzim etmek söz konusudur.
İnsanda adalet düşüncesinin inşası için fesada uğramamış bir fıtri yapı da gerekiyor.
Bu şekilde hesabı verilecek yaşantılarla bireysel ve toplumsal varoluş gerçekleştiği zaman adalet toplumu da inşa olabilecektir.”
İslami Varoluş Göreceli Değildir, Vahye Dayalı Ahlaki Niteliği Vardır.
İslami varoluş, her türlü gayri İslami değer ve uygulamalara karşı nettir. Kendini ve referanslarını, ilkelerini, kişisel ve toplumsal niteliğini, haramlarını-helallerini net olarak ortaya koyar. Bu konuda sabitleri vardır ve bunlar vahye dayalıdır.
Bir dinamizm ve değişen durumlarda sürdürülebilirlik nimeti olarak vahyin, ona manevra alanı bıraktığı ve müphem görünen husularda ise hareketleri vahye uygun sonuçlara/çözümlere ulaşmaktır. Bunun için sabitleri zaten mevcuttur.
“Ahlakın göreli hale gelmesiyle birlikte, iyi ile kötünün, doğru ile yanlışın arasındaki belirleyici sınırlar, belirsiz hale geldi. Ahlakın göreli hale gelmesiyle birlikte, bütün kötülükler normalleştirildi.
Modern tarih, hiçbir ahlaki-entelektüel-felsefi içeriği olmayan, ideoloji ve propaganda dili-söylemi aracılığıyla, ırkçı önyargıları, nesnel gerçeklikler gibi sunarak evrensel yalanları haklılaştırdı. Bu nedenledir ki, hakim ideolojik söylem ve bu söylemin yorum tekeli, bugün, ideolojik ve politik, bütün modern paradigmaların derin krizine rağmen etkisini sürdürüyor.
Hangi toplumda olursa olsun, bütün vesayet sistemleri, bireylerin bağımsız düşünme yeteneklerini zaafa uğratıyor.
Vesayet ve propaganda sistemleri, insanların bireysel çıkar arayışlarını, beklentilerini ve umutlarını istismar ederek, onları araçsallaştırabiliyor, bu yolla kitleleri kontrol edebiliyor. Yanlış bilinç yoluyla kitleler, İslami sorumluluklarından, eleştirel sorumluluklarından arındırılabiliyor.” Atasoy Müftüoğlu
Allah’ tan başka ilah/otorite tanımayan İslami varoluş, her türlü statüko/vesayet, yerel hüküm ve tahakkümleri reddeder. Kendi toplumunu, kendi değer ve dinamikleriyle kurar. Peygamberin daha Mekke’ de iken devlet olması ve bu devletin Hudeybiye Antlaşması imzalaması, bu varoluşun dayanak ve süreçleri bakımından dikkate değerdir.
İslami varoluş, evrensel niteliğinden dolayı her olumsuzluğa, haksızlığa, sömürüye karşı duyarlıdır ve sorumludur. Bu sorumluluk ve yetkilendirme, kendisinden başka ilah olan Allah tarafından vahye teslim olmuşlara tevdi edilmiştir. Bu bağlamda teslimiyetçi değil; izzetli, kararlı ve dirençlidir.
“Siyonizm ve Filistin’in sömürgeleştirilmesi karşısında, İslam ülkelerinin, Türkiye’nin de, içselleştirdiği teslimiyetçi politik yaklaşımlarda somut olarak görülebilir. Siyonist sömürgecilik karşısında yaşanan çok derin ve telafi edilmesi mümkün görünmeyen İslami onur kaybı, İslami kesimleri, ya da kendilerini muhafazakâr olarak tanımlayan kesimleri hiçbir biçimde incitmiyor, rencide etmiyor.
İslam dünyası toplumları/kültürleri, karşı karşıya bulundukları ağır yenilgilerle, ağır bağımlılıklarla, aşağılayıcı edilgenliklerle, utanç verici teslimiyetçiliklerle yüzleşmediği, yüzleşmeye cesaret edemediği için, tarihe hep geç kalıyor, Siyonist sömürgecilik karşısında sergilediği yüz kızartıcı teslimiyetçilik örneğinde de görülebileceği üzere, tarihin nesnesi haline getiriliyor, bu nedenle de hiç bir şekilde yeni başlangıçlar yapamıyor. Bu durum toplumlarımızda kültürel ve psikolojik yaralanmalara, kimlik zedelenmelerine/aşınmalarına/kaymalarına neden oluyor.” Atasoy Müftüoğlu
Rabbim, İslam’ ın zihinlere ulaşmasını engelleyen tüm odaklara ve operasyonlara karşı, izzetli bir varoluşu/duruşu tahkim etsin.
Selam ve dua ile.