ÖLÜMÜN ÖLDÜRDÜKLERİ
Kur’an-ı Kerim’in asırlardır tüm insanlara ilan ettiği “Her nefis ölümü tadıcıdır” buyruğunu her canlı ölümü yaşayarak onaylamaktadır. Dünya kurulduğundan bugüne kadar bu kuralın hiçbir istisnası olmamıştır. Yaratıcının belirlediği süre gelince ölüm gerçekleşmektedir. Ölümden kaçmak isteyen nice hükümdarlar ve güçlü insanlar, vâdeleri gelince ölümden kurtulamamışlardır. Ölümsüzlük iksiri dedikleri bir kuruntu bazılarının aklını meşgul etmiş ise de bu iksir hayali olmaktan çıkamamıştır, bir kuruntudan öteye geçememiştir. Söz gelimi 150 yıl önce yaşayan insanlardan hiçbiri bugün yaşamamaktadır. Her asırda yeryüzünü şenlendirip, kabristana boşaltan bir güç, elbette ki ne diyorsa o olacaktır. Onun karşısında durulmaz.
İnsanın ölümsüzlüğü arama çabası, içindeki ebedi yaşama isteğinden kaynaklanmaktadır. İslam dini buna çare bulmuştur. Ahiret hayatının ebedi olduğunu orada ölümsüzlük bulunmadığını insanlığa bildirmiştir. “Vermek istemeseydi, istemek vermezdi” kuralı, ölümsüz ebedi bir hayatın varlığını isbat ediyor. Ancak dünya hayatının mutlaka sonlanacağını, bu hayattaki ölümün kaçınılmaz olduğunu da insanlığın zihnine yerleştirmiştir.
Ölüm soğuktur, ürkütücüdür. Bahsi bile lezzeti yok eder. Ancak her insanın başına gelecektir, kaçınılmazdır. Bu nedenle insan bunu kabullenmek durumundadır. Bu dünyadan ayrılacaktır, ister inanarak ayrılsın, ister inanmaya inanmaya ayrılsın sonuç değişmez. İnanamamak, bu dünyadan ayrılmayı önlemez. Ancak cennete girmeyi önler.
Ölümden gelen ürküntünün nedeni, “yok olma” kuruntusundan dolayıdır. İnsan ruhu yokluğu kabullenmez. Ancak ölümün yokluk, hiçlik olmadığına inanırsa rahatlar. Aksi takdirde, çok sevdiği bir kimsenin umulmadık ölümüyle karşılaşırsa hiçbir zaman teselli edilmesi mümkün olmaz. Ya aklını yok eder, düşüncesini söndürür, ya da yaşayamaz, hayatına son verir. Eğitimli olmak, çağdaş bir kültüre sahip olmak, çok zeki olmak gibi hasletler, ölümün acısını teselli etmede etkisizdir. Ölüm acısını teselli eden yalnızca ahiret inancıdır.
Aslında ölümün yokluk olduğuna inandığını söyleyenlerin çoğu bu sözlerinde samimi değiller, yalan söylüyorlar. İçlerinde yok olmayı kabullenemiyorlar. Sözleriyle içlerinin çelişkisi, içlerinde inanma isteği olup şeytanın şüpheler sokması sonucu, birilerinin onları tatmin etmesini beklemelerindendir. Zihinlerindeki bunalıma dikkat çekerek bununla avunuyorlar, bir nevi kendilerini kandırıyorlar. İntihara teşebbüs eden birçok kimse, basının ya da birilerinin kendisini fark etmesini bekleyip sonra teşebbüsünü başlatması da aynı nedenledir. Bu kimseler, gerçekte intihar etmek istememektedir ya da öleceğine inanmamaktadır, insanların dikkatini bu şekilde çekmeye çalışıyorlar. Ölümden sonraki hayata inanmadıklarını söyleyenlerin durumu da buna benzer.
Ahiret hayatına inanan kimseler için ölüm uzun bir süre ayrılıktan ibarettir. Örneğin: Bir kimse oğlunu eğitim ya da çalışma gibi bir nedenle hayatı boyunca bir daha görüşemeyeceği uzak bir memlekete gönderdiğinde, ayrılığın ilk günleri acıklı olur ama daha sonra teselli olur. Çünkü onun orada yaşadığına ve halen var olduğuna inanmaktadır. Onu görememe acısı da zamanla diner. Ancak oğlunun yokluğa gittiğine inanırsa buna dayanamaz, teselli olmaz. Aynı şekilde ölümün yokluk olmadığına inanan kimse, kısa sürede teselli olur; ölenin halen var olduğuna, diğer bir âlemde bulunsa da halen yaşadığına inanır ve görüşmenin gerçekleşeceği ümidini korur.
Aniden gelen ölümdeki acıyı dindirmede taziye kültürünün de büyük etkisi vardır. İnsan fıtraten toplumsal olduğu için, acıklı durumlarda toplum desteğine muhtaçtır. Bu konuda âlimle cahilin, rütbeli ile rütbesizin farkı yoktur. Sosyal ilişkileri zayıf, toplumla bağı kopuk insanların taziye tesellisinden de istifadeleri olmaz. Böyle kimselerin ahiret inancı da yoksa, intihara yol açacak bir bunalıma düşecekleri muhakkaktır.
Asıl korkunç olan şudur ki, içindeki şüpheler yüzünden ölümden sonraki hayata inanmadığını söyleyen bir baba ya da annenin, çocuklarını “ölümün yokluk olduğu” varsayımını kesinmiş gibi göstererek bu fikirle yetiştirmesidir. İnanç desteğine kapalı tutularak insafsızca bir inançsızlık karanlığında yetiştirilen çocuklar, hiç beklemedikleri bir anda ve henüz aklî olgunluğa erişmedikleri bir çağda, bağımlılık derecesinde çok düşkün oldukları bir varlığı kaybedince kendilerinin de yaşamasına imkân kalmaz.
Hiç kimse başkasının kendisinden daha üstün olmasını istemez ama her baba ve anne, çocuğunun kendilerinden daha üstün olmasını ve daha rahat yaşamasını ister. Kendi kaprisleri uğruna çocuklarını feda ederek, dünyalarını da ahiretlerini de karartanlar şefkatten ve sevgiden nasipleri yoktur. Onlardan sorumlu tutulacaklardır.