KAYBOLMA!
Şehre girdi bir adam, korktu şehirden, ürküttü şehir adamı. Her taraf kalabalık idi. Pazara vardı pazar kalabalık, çarşıya vardı çarşı kalabalık. Bu kadar kalabalık arasında kaybolurum korkusu sardı adamı. İyisi mi kendimi bunca kalabalıklar arasında kaybolmadan bir hana atayım diye düşündü. Hana vardı, eyvah dedi, han da en az çarşı kadar kalabalık. Uyuyayım dedi sonra, tam uykuyu bir kurtuluş olarak görüp rahatlamıştı ki yine bir korku sardı adamı: Ben bu han odasında uyuduktan sonra, sabah uyandığımda bu kadar kalabalık arasında kendimi bulabilecek miyim, yoksa kaybolmaktan kurtulmak için sığındığım bu han kaybolduğum yer mi olacak? “Bir çare” dedi, kaybolsa bile kendini bulmasını saylayacak bir çare… Ve aklına yanından ayırmadığı ip geldi. Sürekli yanında taşıdığı ipi ayağına bağladı. Böylece ayağına bağladığı ip kaybolmasını engelleyecekti, rahatlamıştı işte. Bir ipi vardı ve bu ip onun kalabalıklar arasında kaybolmasını engelleyecekti. Bu rahatlıkla derinden çekilen bir uykunun ardından uyanılan sabah, yeniden ve daha fazla korkularıyla yüzleştirecekti adamı. Sabah uyandığında adam, geceleyin kalabalıklar arasında kaybolmasın diye, kendini bulmasına remiz olsun diye ayağına bağladığı ipin ayağında olmadığını görünce, “işte kayboldum, kaybolmamak için ayağıma bağladığım ipim yok artık! ” diye bağırmaya başlamıştı ki; ayağına bağladığı ipin yan yatakta yatan adamın ayağında olduğunu görünce rahatladı. Evet, işte oradaydı, kaybolmasın diye ayağına bağladığı ip karşısında yatan adamın ayağındaydı. İpini bulmanın sevinci ile rahatlamıştı ki, yeniden ve kocaman bir korku sardı adamı. Bu korku ile yan yatakta yatan adamı uyandırdı ve sordu: “Sen dün geceden beri ben isen, söyle bana ben kimim?
Kaynağını hatırlayamadığım ve kendimce düzenlemiş olduğum bu hikâye neyi anlatıyor bize? Kalabalıklar arasındayız, o kadar kalabalık ki kendimizi bulamıyoruz. Gürültünün ortasındayız; konuşmalar, uğultular, homurtular arasındayız kendi sesimizi tanıyamıyoruz. Habire bir telaşı yaşıyoruz, uğraşıyoruz, koşturuyoruz, durmadan çalışıyoruz.
Yaşamın telaşı alıp götürüyor bizi bizden, bir türlü yavaşlayamıyoruz bir türlü durulanamıyoruz. Bir türlü bizi bu telaştan koruyacak olan sükûnete ulaşamıyoruz. Vaktin içinde zamansızlığı yaşıyoruz. Zaman kâfi gelmiyor, yaşıyoruz. Ne var ki bizi bizden alan yaşamın; kalabalıkların, telaşın, gürültünün, uğultunun içinde hayat bulamıyoruz, tutunabileceğimiz bir hayata ulaşamıyoruz… Dahası kendimizi bulamıyoruz biteviye bir kaybolmuşluk duygusu peşimizi bırakmıyor. Hayatla bir bağ kuramıyoruz. Yaşam bize hayat sunmuyor…
Başka hikâyeler okuyoruz, başka hikâyeler yaşıyoruz, başkalarının hikâyelerinde kurtuluş arıyoruz. Kendi hikâyemizden uzağız. Ödünç hayatlar yaşıyoruz, sahte, sanal ve bize ait olmayan bir yaşamın içinde boğuşuyoruz. Kayboluyoruz… Evet, sorunumuz; kaybolma; çözüm için diyoruz ki: “kaybolma!”
Biz yokuz bu hayatın içinde, ben yok, bizim hayatımız, bizim hikâyemiz, bizim sesimiz yok. Kavramlar bizim değil, o yüzden kavrayamıyoruz, hayatı sahih kılamıyoruz; zira kelimeler, kelimelerimiz bize ait değil. İklimi ile bizi mutmain kılacak kelimelerimizden uzağız. Bu yüzden huzursuzuz, bu yüzden mutsuz. Bu yüzden eğreti hayatlar yaşıyoruz. Yabancılaşıyoruz, kalabalıklar arasında kayboluyoruz. Bizi hayata bağlayacak ipe ihtiyacımız var, ipimize, bize yaşamı hayat kılacak, kendi sesimize, kendi hikâyemize, kendi kelimelerimize ulaştıracak bir ipe ihtiyacımız var. Ama ipimiz nerede, kendi ipimizle mi hayata bakıyoruz, yoksa başkalarının ipinden medet mi umuyoruz; soruyu yineleyelim isterseniz: Yaşamış olduğum hayatın içinde, ben değilsem, kimim ben?
“Kaybolmak İçin Nereye Gitmeli?” Böyle soruyordu; Hüseyin Akın, bir yol öneriyordu bize: aşk diyordu... “Bir münzevi bahçeden düşerek geldik bu dünyaya. Say ki fırlatıldık. Bir Âdem bir Havva idik; bu birliktelikten başka hiçbir şeyimiz yoktu. Ne elbiselerimiz ne de kelimelerimiz. Yasak ağaçlardan geçerek kalabalıklara karıştık. Kalabalıklara yani dünyaya. Dünya hiç tahmin etmediğimiz biçimde kalabalık bir yermiş; bunu anladık. Yeniden dönmek istedik o geldiğimiz yere, o tek kişilik odaya, bahçeye, ana rahmine. O iki kişilik dünyaya kanatlanmak istedik buradan, Havva'ya ve Âdem'e. Bizi yukarıya, geldiğimiz yere çıkarmak için uzatılan ipin adıdır aşk. Karanlık bir koridorda duvarlara tutunurcasına yürüdüğümüz bir yolculuktu aşk. Dünya kalabalık onun için aşk var...”
Evet “ben”i bulmalıyız, “ben”e ulaşmalıyız. Dünya gurbetinde kaybolmamak için, “ben”i, “ben” yapan hakikate yol bularak kaybolmaktan kurtulabilmeliyiz. Ne demiştik: “Cennetten yeryüzüne inen Hazreti Adem’in ağlayışı da ana ‘rahm’inden dünyaya gelen insanın ağlayışı da bu dünyaya olan yabancılık duygusundandır. Dünyada gariptir insan. Gurbette garip olan insan; “kaybolmuşluk” duygusundan kurtulabilmek için Gayb Olan'a varmalıdır.”