ÇÖZÜM: KİŞİSEL/TOPLUMSAL/SİSTEMSEL DEĞİŞİM
Değişime direndikçe; zulme direnemeyiz.
Biz değişmeden, değişime kendimizden başlamadan; insanlığın, toplumun, dünyanın ve şartlarımızın değişmesini bekleyemeyiz.
Bazen susar insan, hiçbir şey söylemek istemez çünkü söyleyeceği her sözü söylemiş hisseder kendini. Bu biraz da içsel bir umuda dayalı beklentilerden kaynaklanır yani içsel bir değişimin, içsel nedenlerle gerçekleşeceğini varsaymaktan. Oysa çoğu zaman beklenmedik dışsal nedenler içte değişikliklere yol açabilmekte, bazen içte yeterli nitelikler kazanmadan da dışsal niteliklerin zayıflaması, bizi önde gösterebilir. Yani biz yeterince ilerleyip öne atılmamışız ama genel şartlar/nitelikler bizim ilerleme hızımızdan daha büyük bir hızla geride kalmıştır. Çoğu zaman buna konjonktür deriz. Konjonktür, genellikle bizim etkimizden çok dışsal etkilerin oluşturduğu durumdur. Bazen fırsatlar sunar, bazen de aleyhimizde olur. Ama her durumda her ikisini de mündemiçtir.
Konjonktür konusunda en tehlikeli tutum konformist olmaktır. Aslında konformizm, her durumda kaçınılması gereken bir tutum.
Gelinen noktada, birçok sıkıntıya rağmen, konjonktürel olarak bir kavşakta bulunuyoruz. Bir kere çok duyarsızlaştık ve değerler sistemimiz yerlerde. Buradan bir kalkış, bir manevra şart.
Abdurrahman Arslan, Demokrasi konulu bir röportajda şöyle der:
“Makro, otoriter ve totaliter rejimler karşısında insanlar için özgür yönetilme/ yönetme imkânı olarak görünse de, günümüz medya tarafından manipüle edilen toplumlarını çözmenin siyasal "aygıtı" olma hüviyeti kazanmıştır.
Çözmeyi, sadece ulus devlet düzeyinde kastetmiyorum, aynı zamanda çok daha fazla önemli saymamız gereken, toplumun değerler sisteminde de çözülmeye uğratılması demek, bir toplumun hayat tarzının, yaşama alışkanlıklarının, tüketim tarzının bütünüyle işlevsiz kılınması, toplumun bütünüyle korunmasız kılınması demektir.
Günümüzün "öznesi olmayan" yeni emperyalizmi için bu önemlidir.
Bugün hegemonya bir hayat tarzı olarak kendini insanlara dayatmaktadır.
O da daha tehlikeli, çok daha güçlü bir hegemonya demektir ki. Böyle bir durumdan kurtuluş, hayatı yeniden tanımlayabilirsek ancak mümkün olabilir.”
Değişim, neyin nerede durduğunu doğru görmekle ilgili. Buna büyük resim deniyor ve büyük resim çok önemli. Ve neyin nerede olması gerektiğine karar vermek, bir değişime karar vermek demek. Aslında tüm ilahi çağrılar da insana ve irade sahibi varlıklara büyük resmi göstermeye yönelik değil midir?
Neyin nerede olduğunu doğru görürsek; kendimizin de nerede olduğunu görürüz. Kendimizin nerede olduğunu gördüğümüzde ise yönümüzü doğru belirlemek mümkün olur. Bugünün toplumlarının esas sorunu budur, yolunu şaşırmışlar. Bu, onları küresel sömürü sistemine gönüllü olarak entegre etmek için bireyselleştirilmeleriyle başladı ve bireyselci toplum oluştu. Bu durum, dairesel bir döngüdür ve çıkışı yoktur. Dairesel yüzey döndükçe biz koşuyoruz, biz koştukça da dairesel yüzey dönüyor. Bu döngü genel bir sömürü/hırsızlık/talan/tahrif, kısacası bozgunculuk çarkını ayakta tutmak ve sürdürmek üzere çalıştırılır. Bu çark, insanın işiten ve gören donanımlarını tahrip eder, muhakeme ve muhasebe kıstaslarını değiştirir. İlahi ve fıtri sabitleri değersiz kılar ve iptal eder...
Büyük resmi basit/basit gibi görünen hikayelerle de anlatmak mümkün aslında. Onlardan biri:
"Bir adam otobüste seyahat ederken yolculardan biri cebindeki bütün paraları çalmış. Bilet parasını ödeme zamanı gelince elini cebine atmış para yok. Mahcup olmuş. Hırsız hemen atlamış "senin paranı ben öderim" demiş. Adam çok memnun olmuş ve otobüsteki herkes hırsızı alkışlamış."
Sömürge toplumlarda genel durum ne yazık ki bu alıntıdaki gibidir.
Aslında daha vahimi de var. Hırsızın hırsız olduğu biliniyor ve hırsız ise daha da azgınlaşarak çaldığı paradan değil, ödemeyi çıkarına görürse; otobüstekilerden para toplayarak ve o paranın bir kısmıyla ödemeyi yaparak yine de yolculardan alkış toplar. Hırsızlığı tescillendiği halde.
Şimdi bu hikayeye göre o yolcular, basiretini kaybetmiş dersek hafif kalır. Peki, neyini kaybetmiştir? Parasını mı, onurunu mu, yoksa…
Oysa yolcuların güzergah belirleme yetkisi ve sorumluluğu vardır. Bunu, hala ahlaklı iseler önemserler. Zira bu sorun, ciddi bir sorundur, ahlaki bir sorundur.
“…onu imtihan edeceğiz. Bu sebeple onu işitir ve görür kıldık.”76/2
Atasoy Müftüoğlu şöyle der:
“Modern-seküler zamanlarda ekonomik yasalar geçersiz ve değersiz kılındı. Maddi başarı, ekonomik başarı büyük bir put haline getirildi. Bugünün dünyasında, ahlaki sorunlar, sorun olarak görülmüyor.
Avrupa merkezli bir kültür, pek çok yıkıcı sözcüğü, tanımı, klişeyi, sloganı, kavramı, modernlik etiketi adı altında dokunulmaz kılarak pazarlayabiliyor. Sözünü ettiğimiz yıkıcı sözcükler/tanımlar/normlar, ideolojik propaganda yoluyla evrenselleştirilebiliyor. Bu yıkıcı sözcükleri sorgulayanlar tarihinin kıyısına sürgün ediliyor. İnsan hakları, özgürlük, demokrasi gibi tanımlar daha çok zamanın tiranlarının, tiranlıklarının çıkarları doğrultusunda kullanılıyor. Bütün bu tanımları meşruiyet kaynağı olarak ilahi/ahlaki yasaların/değerlerin reddini/inkârını esas alıyor. Böylece, modern insan, her tür otoriteden, her tür bağdan, her tür değerden bağımsız hale getiriliyor.”
Ali Şeriati ise şöyle bir sistem formülasyonuna dikkatimizi çeker:
“Musa’ya bir bakın,
O, üç sembole karşı çıkmıştır:
Zamanın en zengini olan Karun, şirk dininin en büyük dinî lideri olan Bel’am-i Ba’ur ve en büyük siyasî otorite olan Firavun.”
Çözüm; bu çarkı/tezgahı/sistemi ve küresel işleyişini artık görmek ve Allah’ tan başka Rab ve ilahlara tekabül eden bu kötülükle mücadele etmektir.
İslam toplumları, mazlumlar artık ‘odadaki fil’i görmeli, hırsızı ve mülkün sahibi Allah’ ı olması gereken konuma oturtmalı.
Rızkımızın, rant/sermaye/serbest piyasa kuralları söylemleriyle küresel hırsızlar ve onların bize atadıkları haramilerce sömürülmesinden bıktığımızı yüksek sesle haykırmalıyız.
Kim olursa olsun; zalimlerden yüz çevirelim.
Allah’ tan başka hiçbir ilahın/sistemin bizi belirlemesine izin vermeyerek hürriyetimize talip olmalıyız ilkin.
“Bugün, Müslümanlar olarak karşı karşıya bulunduğumuz en hayati, en derin, en varoluşsal sorun;
İslam’ın, Müslümanları belirleyen bir irade olmaktan çıkması ya da çıkarılması sorunudur.”
Atasoy Müftüoğlu
“Bugünde Müslümanlar, bakıyoruz ki bu iki kategoriden birini tercihle karşı karşıya bırakılmaya çalışılıyor.
İki kutuplu olmaya itilen böyle bir ortamda, sorun bunlar arasında bir tercih yapmak değil, üçüncü bir imkân üzerinde Müslümanca kafa yormaktır.
Dolayısıyla 28 Şubatla gelen baskıyı bahane ederek, özgürlüğün insanoğlu için tek imkânıymış gibi, liberal demokrasiye yapılan aşırı vurgu, neredeyse her derde deva gibi, her sorunun tek çözüm yolu şeklinde görülmesini, Müslümanlar adına yadırgıyorum.
Bu yolun dışında aradığımız nispette Allah'ın rahmetini bulma imkânımızın olduğunu unutmamalıyız.
Hiç şüphe yok ki Müslümanlar totaliter ve baskıcı yönetimlerden yana olamazlar.
İslam, Müslümanlara zalimlerin safında yer almayı bir kenara bırakalım, bunu düşünmelerini bile kabul etmez; özgürlük ve özgürleşme adalet adına ancak mazlumların yanında ve onlarla birlikte elde edilecek bir kazanımdır.
Dolayısıyla bütün özgürleşme imkan ve umutlarını neo liberalizmin bütün İslam dünyasına dayatmakta olduğu demokratik imkanlarda aramak, yanıltıcı bir düşünce olmaya mahkumdur.
Zira demokrasi bir yönetme, yönetilme meselesine indirgenemez;
Onun bizzat kendi tarihi böyle olmadığı hususunda öğretici derslerle doludur.
Sorun burada özgürlüğe karşı çıkmak ya da yanlış anlaşılmaktan doğacak totaliter yönetimleri onaylamak değil;
Sorun
Müslümanlara dayatılan demokratlık ve/ veya demokrasi ideolojisini uygulamak isteyen küresel gücün pekte gizlemeye ihtiyaç duymadığı niyeti ve demokrasi dediğimiz şeye yüklenen işlevdir.
Bugün demokrasinin imkânlarıyla Müslüman toplumlar "şeffaf" hale getirilmek isteniyor.
Demokrasi adına kurulacak bütün kurum ve araçlarla ki sivil toplum kuruluşlarının çoğaltılması buna matuftur
Müslüman toplumların çözülmeye uğratılarak kontrol altına alınması istenmektedir.
İslam’ın değerleri, ilkeleri, idealleriyle beraber Müslümanların hayat tarzının çözülmesi halinde; İslam dünyasının küreselleşme karşısında bir muhalif olarak kalmaya devam edeceğine inanılmaktadır.
Müslümanların böyle bir durumun getirdiği sorumluluğun üzerinde yeteri kadar düşündüklerinden emin değilim.”
Abdurrahman Arslan
Aslında yukarıda belirtilenlerin hemen hepsi yapıldı. Durum, gerçekten de vahimdir.
“Onlara şu adamın kıssasını anlat: Ona ayetlerimiz hakkında bilgiler verdik ve o -bunlara önce uyduğu halde- daha sonra bunlardan tamamen sıyrılıp uzaklaştı; şeytan onu peşine taktı ve bu suretle azgınlardan biri haline geldi. Biz dileseydik o kişiyi ayetlerimizle yüceltirdik; fakat o dünyaya sımsıkı sarıldı, ihtiraslarına uydu. -Allah’ın ayetleriyle bilgilendirdiği, fakat tabiatının kötülüğü yüzünden bu bilgileri daima dünya menfaatlerine âlet eden- bu adamın durumu, kovsan da kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp durmadan soluyan köpeğin durumuna benzer. İşte ayetlerimizi yalanlayanların hali budur. Bu kıssayı anlat, belki düşünür, öğüt alırlar” (el-A‘râf 7/175-176)
Selam ve dua ile.