FANİ VE FENA DÜNYA
İnsan, Yüce yaratıcı tarafından uzun bir “ebedü’l-âbâd” yolculuğuna çıkarılmış bir yolcudur. Bu yolculukta Küçük-büyük, uzun-kısa çeşitli duraklardan ve molalardan geçirilmektedir. Ruhlar âleminde başlayan yolculuk, ana rahminden, dünyadan, berzahtan geçerek ahiret diyarına doğru yol almaktadır.
Bu yolculukta insana fazla cazip gelen ve kendisine bağlayabilen duraklardan olan dünya, çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık güzergâhlarıyla insanı farklı atmosferlerin içinden geçirmektedir. Ebedi saadeti unutup dünyaya dalmaması için dünyada her şey “fani” ve “fena” vasıflarıyla insanın karşına çıkarılmaktadır. Tüm kutsal metinler, tüm peygamberler, her şeyin gelip geçici olduğunu, bu geçicilere bel bağlanılmaması gerektiğini insana ders vermiştir. İbrahim (AS), “lâ uhibbu’l-âfilîn: batıp kaybolan gelip geçici şeyleri sevmem!” demekle insan fıtratının sesi olmuştur.
Bu dünya hayatının fani olmasının yanında “fena” özelliği de vardır. Fani olan her şey aynı zamanda fenadır, insanın sevgi ve bağlılığına müstahak değildir; insan ancak baki olana meftundur. Dünyanın fenalığını ortaya koyan ve ümitleri ahirete çeviren önemli hususiyetlerden biri insanların uğradığı felaketler, musibetler, kederler ve sıkıntılardır. En ürkütücü olanı da depremlerdir. Onbinlerce canlar kaybedilir, yıllarca emek verilerek elde edilen bütün mal-mülk ve servet iki dakika içinde tamamen yok olur. Bütün evliya, asfiya ve İslam âlimleri, dünyanın bu ürkütücü yüzüne dikkat çekerek, insanın dünyaya fazla dalmamasını, dikkatini ve hazırlığını ahirete yönelik yapmasını salık vermişlerdir. 6 Şubatta yaşadığımız deprem felaketinde olduğu gibi aslında bütün afetlerin temelinde insanların birbirlerine yaptığı haksızlık yatmaktadır. Binaların yapımındaki haksızlık, usulsüzlük ve hırsızlık, depremdeki yıkımlara ve kayıplara yol açmaktadır. İnsanlık tarihi boyunca emeği gasp edilmeyen, bir şekilde parası haksız yere yenmeyen bir insan yoktur. Her insanın hayatında mutlaka bir şekilde hırsızlar, dolandırıcılar haksızlık yapanlar tarafından emeği çalınmış, hakkı yenmiştir. Dünya hayatı ise fıtratın beklentisi olan adalet anlayışından uzaktır. Dünya üzerinde “işte bu!” dedirtecek, vicdanları bütünüyle rahatlatacak tam adalet gerçekleşmemiştir. Dünyadaki en gerçekçi adalet dahi görecelidir, vicdanı tatmin etmekten uzaktır.
Devlet, depremin yaralarını sarmak adına, enkazdan arama kurtarma çalışması, çeşitli yardımlar ve en nihayetinde evi yıkılanlara ev yapmaktadır. Bir kısım aileler evlerinin enkazında bütün fertleriyle ve yakınlarıyla birlikte vefat ettikleri için, yapılacak evlerin de bir kısmı sahipsiz kalmıştır. Ne yapılırsa yapılsın o gidenler geri getirilemeyecektir. Dünyanı adaletine bu açıdan bakılırsa gerçeklikten uzak olduğu açıkça fark edilir.
Nasıl ki insan mutlaka hastalanır, ömür boyu hiç hastalanmayan bir insan yoktur; Kendini ne kadar korusa da bir şekilde bir hastalığın mikrobu ona ulaşıp hasta eder; aynı şekilde sosyal hayatta da mikrop mahiyetinde hırsız, soyguncu, dolandırıcı, hak yiyen, haksızlıkla beslenen kişiler bulunduğu için mutlaka her bir insana ulaşıp hasta eder gibi, hakkını, malını, parasını yerler.
Bir tarım arazisinde ekinlere musallat olan çeşitli kuş, kurtçuk ve böceklerin ekin sahibinin emeğini gasp ettikleri, onu mağdur duruma düşürdükleri çok görülmüştür. Bunu önlemek için geliştirilen çeşitli tarım ilaçlarının kullanıldığı bilinmektedir. Söz konusu bu ilaçların ürüne, hatta araziye de zarar verdiği ortaya çıkmıştır. Kur’an’da, cinlerden olduğu kadar insanlardan da şeytanların bulunduğu, bunların şerrinden Allah’a sığınmak gerektiği bildirilmiştir. İşte bu “şeytan insanlar” ekin tarlasına musallat olan yaratıklar gibi, emek harcayarak helalinden rızkını kazanmak isteyen diğer insanlara şeytani yollarla zarar vermekte ve emeklerini heba etmektedirler. Unutulmamalıdır ki insanların ahiret hayatını tehdit eden şeytanların yanında dünyasını da karartan şeytanlar bulunmaktadır.
İnsan, aslında hemcinsiyle alakadardır. Birbirlerinin sevinçleriyle sevinir, üzüntüleriyle üzülürler. İnsanlık fıtratı bunu gerektirir. Ancak insanlık fıtratı bozulup “şeytan fıtratına” dönüşenler, hemcinslerine her türlü zararı vermekten çekinmezler. Gaspçılar, hırsız ve soyguncular, başkalarının zararıyla beslenen insan kılıklı şeytanlardır. İnsan eliyle insanlık dışı eylemler gerçekleştirenler, “insan eli”ne layık değiller. Bu nedenle Yüce Yaratıcı, bunların ellerinin kesilmesini emretmiştir.
Dinler şeraitler, toplum kanunları, düzenler bunu asgariye indirmeye çalışırlar. Tamamen yok etmeleri mümkün olmaz. Dünyanın “fena” vasfını tamamen yok edemezler. Mesela din olmazsa, her güçlü, zayıfın hakkını yer; büyük bir keşmekeşlik, huzursuzluk, çatışma insanlığı kaplar ve hayat çekilmez olurdu. Ancak din ve kanunlar hak gaspını asgariye indirir, en azından haksızlığı aleni ve bir hakmış gibi olmaktan çıkarır. Bu durumda da azalmış olur. Dinin kanunları, haksızlıkları önlemede uğraş veren diğer beşeri kanunların hepsinden bu konuda daha etkin ve daha başarılıdır. Çünkü din, Yaratıcının kanunlarıdır; Yaratan ise yarattığına uygun olanı en iyi bilendir.
İnsan haksızlığa uğramamak için, gerekli tedbirlerini almalı, hakkını korumalıdır. Ancak hakları gasp edenlerin çokluğu ve bir nevi serbestliği yüzünden haksızlığa uğrayanlar ve hakkını elde etmeye gücü yetmeyenler sabretmeli, Allah’a havale etmelidir. Çünkü daha büyük zarardan korunmak için küçük zarara katlanmak zarar değil, kârdır. Gerçek adaletin tecelli edeceği, her haklıya hakkının verileceği Mahkeme-i Kübra’yı unutmamalıdır.