ÖĞRENİP ÖĞRETMEK
Muhterem Kardeşlerim… Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki: Dinimiz, şahitlik üzerine kurulmuştur. İki şahit, bir Müslüman için, “Biz şahidiz, bu Müslüman...
Muhterem Kardeşlerim…
Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:
Dinimiz, şahitlik üzerine kurulmuştur. İki şahit, bir Müslüman için, “Biz şahidiz, bu Müslüman Ehl-i Sünnet itikadındadır” diye şahitlik etseler, günahları ne kadar çok olsa da, o iki şahit Müslüman’ın hatırına, Cenab-ı Hak hepsini affediyor. O halde salih arkadaşları çoğaltmalı. Peygamber Efendimiz de, “Din kardeşlerinizi çoğaltın” buyuruyor.
Efendim;
Allahü Teâlâ, mümine iki vazife verdi:
Dinini öğrenmek ve başkalarına öğretmek. Dini öğrenmek gibi, öğretmek de farzdır. O halde hiçbir mümin, bu farzı terk edemez. Herkes imkânı nispetinde öğretir. Başkasına öğretmeyi dinimize uygun şekilde yapmak için, İmam-ı Rabbani hazretleri gibi Ehl-i Sünnet Âlimlerinin kıymetli eserlerini, nakli esas alan doğru din kitaplarını dağıtır, Allahü Teâlâ’nın kullarına, bu büyüklerden anlatır yani bedenen, fiilen iştirak eder. Fiilen iştirak etmesi mümkün olmadığı zaman, maddi destekte bulunur. Parası da yoksa Allahü Teâlâ’nın ona verdiği makam mevkiiyle dine hizmet eder. Dolayısıyla bir kimse, yetkisini dine hizmet için kullanmazsa, günah işlemiş olur.
İşimiz ne olursa olsun, emrimiz altındakiler yüzünden korku içinde bulunmalıyız. Ahirette Cenab-ı Hak bize, “Şu kadar kişinin başına seni tayin ettim, sen gidip baştan sona lüzumsuz şeyler öğrettin. Benden ne anlattın?” derse ne cevap veririz diye, korkumuzdan her fırsatta mutlaka doğru kitaplardan bilgi vermeliyiz.
Bunların hiçbiri mümkün değilse de, böyle yapanların başarıları, sıhhat ve afiyetleri, dünya ve ahiret saadetleri için dua eder. Bu da yine, bu hizmete iştirak etmek olur.
Ehl-i Sünnet itikadı bir cevherdir. Allahü Teâlâ bu cevheri bize nasip etmiştir. İnsanın biraz parası olduğu zaman bile, nasıl nereye saklayayım, hırsızlar çalmasın diye, kaç saat düşünür! O kadar kıymetli cevheri nasıl saklayacağım diye düşünmezsek, ayıp olur. Onun için, en hassas olacağımız nokta, Cenab-ı Hakkın bize ihsan etmiş olduğu bu cevheri iyi korumaktır.
İki türlü hırsız var: Görünen ve görünmeyen hırsız. Görünmeyen hırsız çok tehlikelidir. Bu hırsızlar, Şeytan ve Nefstir. Görünenler de, mezhepsizler, ahlaksızlar. Bunların tek gayeleri cevheri çalmaktır. Nefs o kadar kötüdür ki, o cevheri çalmak için son dakikaya, yani kâfir yapıncaya kadar uğraşır.
Öğrenmek ve kalbe nakşetmek
Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:
Seyyid Abdülhakim efendi hazretleri, “Senelerce imanı anlattık, anlayan üçü beşi geçmedi” buyurmuşlar. İman ve İslam kitabı bir saatte öğrenilebilecek bir kitap. Bu büyük zatlar neyi anlatmak istedi? Böyle söylemelerindeki maksat neydi?
İmanı anlamaktan maksat, imanı içine, iliklerine sindirmektir. Öğrenmek başka şeydir, kalbe nakşetmek başka şeydir. Onu kalbe nakşetmek, çivilemek zordur. Mesela, kul hakkını öğrenmek başka şey, bunu kalbe nakşetmek başka şeydir. Kalbine nakşeden, ayaklarını uzatıp uyuyamaz. Acaba üzerimde ne kadar kul hakkı var diye uykuları kaçar. Çünkü bir müminin bir kuruş kul borcu olsa, onu ödemedikçe, bütün Peygamberlerin ibadetlerini yapsa Cennete giremez.
Allahü Teâlâ’nın bir kulunu sevdiğinin bir alameti vardır. Eğer, İmam-ı Rabbani hazretleri gibi, Allahü Teâlâ’nın veli bir kulunu seviyorsa, yemin etsin ki Allah beni seviyor. Yeter ki Allahü Teâlâ, sevgiyi nasip etsin.
Bu sevginin ölçüsü, tarifi nedir? Sevmek itaat etmektir. Bir kişi sevdiğini söylediğine ne kadar itaat ediyorsa o kadar seviyordur. Yani ne kadar itaat varsa, o kadar sevgi vardır. Seviyorum diyerek itaatten uzak olanların sevgisi sahtedir, yalandır. Sevmek aynı zamanda istifade etmektir ki, istifade etmek için yanı başında bulunmak da şart değil. Uzakta da olunsa, itaatin oranında istifade edilir.
Kalıcı olan Allah ve Peygamber sevgisi, ancak Allah adamlarını tanımak ve sevmekle olur. Başka türlü mümkün değildir. Çocuklarımıza İmam-ı Rabbani hazretleri gibi büyüklerin sevgisini iyice aşılamalıyız. Bunu başarırsak, onlar; karada, havada ve denizde her yerde namazlarını kılıp, aksatmazlar, ilk akıllarına gelen, namaz olur.
Hastalık aslında iyi bir şeydir; çünkü insanın gözünün önünden teneşir tahtası gitmiyor, sonra helalleşiyor. Film seyreder gibi olayları seyrediyor, bunlarla alakam yok diyor. İnsanın hevesi, her şeyi, törpüleniyor. Bütün azgınlıkları gidiyor. Onun için, hastalıkta şifa vardır. Bedene gelen her türlü sıkıntı ve rahatsızlık, ruha ve kalbe şifadır. Kalb şifa buldu mu, kurtulmuş demektir; çünkü kalbin tedavisi zordur. Bu yürek değil ki, yani et parçası değil ki, değiştirelim, keselim. Kalbin şifası zor; çünkü kalbin şifası, ilacı bu dünyada verilmezse, Allah korusun, ahirette şifaya kavuşması çok zordur. O ancak, ateşle temizlenir. Allahü Teâlâ o kulunu ateşte yakmamak için, bedenine rahatsızlıklar veriyor. O rahatsızlıklar sebebiyle, o da tevbe istigfar ediyor.
Buna rağmen, Cenâb-ı Peygamber, “Allahümme innî es’elükessıhhate vel âfiyete” buyuruyor. Yani “Yâ Rabbi, bana sıhhat afiyet ver” diye dua ediyor. Demek ki, Allahü Teâlâ’dan sıhhat, afiyet isteyeceğiz. Sıkıntı gelince de, O gönderdi diye sabredeceğiz, hatta iyiliğimize olduğu için şükredeceğiz.
Allahu Teâlâ cümlemizi Kendisine layık Kul, Habibine layık Ümmet eylesin. (Amin)